23 Aralık 2012 Pazar

olur öyle


bir kapı kapanmış, bir kapı açılmış. hiçbiri bizim kovulduğumuz gerçeğini değiştirmez. işte böyle böyle kalamaz insan bir yerde, işte böyle böyle gidemez hiçbir yere. çünkü kalmak varlık bulmaktır. kalmak, ha var ha yok'a bir sebep aramaktır. bulamayınca, bunalmaktır. hayır sevmemen değil, sevmen şaşırtıcı olurdu. bunda şaşıracak ne var. olan oldu, buyur hayret et. demem o ki bugün burada olma sebebimiz, bugün burada olmayacak kadar güzel bir sebebimizin olmamasıdır. çok oluyorsam söyleyin. ya da bana bir gülümseyin de dişlerinizi dökeyim. insan istiyor ki istemesin. yani dememem o ki hiçbir şey söylemeyerek ve açıklarımı açık etmeyerek anlaşılsın istiyorum o tamamlanamayan his. bana bir anlam verin de sebep bileyim. işte buralar hep kızılcık şerbeti. inceldiği yerden kopsun mesela kızılca kıyamet. hadi bir çiçeği her şeyin yap, her şeyden vazgeçmek o kadar da zor olmasın. ha bir kapı açılmış, ha bir kapı kapanmış, var mısın? 

varsayalım yerimizde saymıyormuşuz da kesin bir yargıya varmışız. söyleyebilir misin neye değdi elin de mahvetmedi onu? bir şey söyle bana, neyi berbat etmedi şimdiye kadar dokunuşun? ayak bastığın neresi çöl olmadı, neyi tuttun da şimdiye kadar gitmedi, bir şey söyle bana, neye kollarını açtın da sarılışın kurutmadı? dudağının kanatmadığı bir ten, yokluğunun aranmadığı bir an var mı? yok. hay varlık. yüz çevrilirken senden, hiç aklına geldi mi sırtını çevirişin? kaç kere geçmişini yaktın, köşeyi dönmek için. kaç kere sözünden döndün, sorumluluğunu sahipsiz bırakmak için. kaç kere heba, kaç kere hiç, kaç kere debeleniş, kaç kere başkalarının üzerinde, kaç kere kaç. hiçbiri mi hatrında yok? var. hay yokluk. varsayalım sen yoksun. gibi ben yok yere, olur olmaz, ikide bir, en çok bana, durup dururken, neyi sebep bilip, küfeyi sırtımdan atmak üzere, varsayalım sen öyle yıkılmak üzere bir imge olasın, ben altında kalmak için can atayım, hiçbir şeye kendimi layık görmemek gibi bir ikiyüzlüğü de ardım sıra sürükleyerek, gel gör ki peşini de bırakmayayım. mesela sen yoksun, yeniden doğmuş gibi oldum diyeyim de ömürlük söyleyişlerimi unutup yok sayalım.    

ne olur ne olmaz, ne olur olsun. yazmasam ölür müyüm? peki ya sen yazsan iki satır? sen diye bir şey olsa mesela. bu alfabe sadece olmakla tatlandırsa ağzımızı. ne olduğunu bilmediğimiz yokluğun kapatsa açığını, dürse defterini. kesilse bekleyiş, parça pinçik. sanki biz başka bir hayatı yaşayacakmışız da birinin raya yaptığı müdahaleyle sapmış rotamız. bambaşka bir yere varmışız, bambaşka biri olmuşuz. bir dilek dilemişiz, başımızı döndürmüş beklenti, o kuyuya düşmüşüz. düşerken bir dal tutup, daldaki kuşu ürkütmüşüz. yolmuşuz teleğini kuşun, yapraklarını kurtuluşun. madem ki shakespeare'in kuş tüyü bir yatağın keskinliğinde hayatı tehlikede, uzanıp beklemişiz. ölecekmişiz sanki de kimseye ayıp olmasın diye hayatta kalmışız. oturup bir gemi daha yakmışız, bir nefes çekip öksüre öksüre ağlamışız. kırık dökük, zeminle bir, ellerimizde kir, içimizde çalkantı, mucize bu ya devrilmiş kuyu, sürüne sürüne çıkmışız. bütün pisliğimizle dünyaya karışmışız. işte böyle piç etmişiz her şeyi, sırf biz yaşayalım diye. dilenmeseydi dilek, kararmasaydı göz, düşün tortumuzu bulaştırmamışız, hiç leke bırakmamışız. varsın olsun, olur mu olur, olmaz olsun.

29 Kasım 2012 Perşembe

varlık ve oluş*

ey sevgili sana sarı yapraklarla geldim
göresin diye hallerini kurumuş dalların
ateşler yakıldı dağ başlarına
göklere savruldu küllerim
aydınlan artık kara kaplı defterim.
umuttur şimdi kor alev düşlerin adı
gün ay değil, gayrı yüzyılda beklerim
ana rahminde çağın gün doğumuyum
yalnızca ademoğlu değilim ben
kaygılar sıkmaz beni, ölümün oğluyum
başım eğiktir, gün başağa durmuşum
kayıtlar kirli sıfatlarla ansa da beni
günahlarım kefaretidir, bilinç doluyum.
bu uzun yürüyüş, bu bitmeyen vaveyla
karanlıkta karanfiller takılı kalbim
ve namluda tetik bekler kurşun kurşun sevda
işgaller biter, kurtulur aşkın vatanı
bu sahte korku, bu paravan hayat
bir araya gelir ölümün iki yakası.


*bu şiiri okuduğumda 1997 idi sanırım ve hatırladığım kadarıyla bir lise psikoloji öğretmenine aitti. elimde yazılı hali hiç bulunmadığı için birkaç kelimesinde hata yaptım belki ve hatta belki kendisi bile yazdığını unutmuştur ama bir şekilde benim aklımda kaldı. belki oralarda bir yerlerdedir de bir el eder.

8 Ekim 2012 Pazartesi

iki ölü. bir aşık ve vurdumduymaz.


"kouma diougou bé môgo mi kono
hèrè bi môgo mi kono"


bahanesi sebebinden büyük olan ne yaşayabilir? ağız tadıyla ağzımı bozamıyorum bile. yoksa ben ne söylemeyeceğimi iyi bilirim. siz olmasaydınız bu kainatı başınıza yıkmazdım. patlat bir kafa da neşemizi bulalım. bir zaman oluyor ki söylememiz gerekeni söylememek için konuşulması icap etmeyen her şeyi söze döküyoruz. hakikati cümlenin içinden çekince hiçbir şey değişmiyorsa biz bunca yıkımı ne ile inşa ettik söyle rica ederim. yer yarılsa mesela, bıraksalar beni şurada biraz kestirsem diye bir rüyadayım. ne ant içenler gördüm, çeyrek asırlık adam devirip bana mısın demiyorlar. abartıyorsam lütfen söyleyin. hayalin dünyası olmaz diyesim geliyor, düşlemenin cenneti, beklemenin cehennemi belki evet ama hayalin dünyası olmaz. var olmak ne kadar yoruyorsa, bir o kadar da yok sayılmak yoruyor. hangi kirli elde paralanıyorsam, tertemiz nice isteyişi de işte öyle harcıyorum. ben sizi, benim olun diye sevmedim.  


bir eylül günü, rüzgar sonbaharın gelişini yaprakları uçuşturarak kutlarken, balkona çıkmamak ve biraz hava alıp kendime gelmemek için birkaç tane sebep aradım. enlemesine oturduğum koltukta ayaklarımı koltuk kenarından aşağıya doğru sarkıtmış tavanın çökme ihtimali üzerine hesaplamalar yapıyordum. üst komşunun sekiz kişilik yemek masası ve misafirleriyle birlikte olduğu gibi aşağıya düşmesi ve hiçbir şey olmamış gibi yemeklerine devam etmeleri şu an için en büyük hayalimdi. bir seferinde apartmanla ilgili alınması gereken birkaç kararın görüşülmesi için gittiğim evlerinde yemek masalarının yerini tespit etmiş ve ne olur ne olmaz diyerek kendi evimde oraya denk gelen kısmı boşaltmıştım. sigaramın külünü, elimi başımın gerisine götürerek çırptım. bir nefes daha aldıktan sonra, yukarıdan gelen seslerden ve zemini döven ayaklardan yukarıda kaç kişi olduğunu tahmin etmeye çalıştım. kesinlikle yemek masasını dolduracak sayıdaydılar. aşağıya yapacakları yumuşak bir iniş durumu fark etmemeleri için yeterli olacaktı. dostlarla beraber olmanın çerçevesini çizdiği bu mutlu tablo evin hanımının masada fark ettiği bir eksiği gidermek için yerinden kalktığında bozulacaktı. darmadağın bu salonla göz göze geldiğinde şaşkınlığını gizleyemeyerek masada oturanlara dönecek, onun birkaç adım attıktan sonra donup kaldığını görenlerse ne olduğunun merakıyla başlarını çevirdiklerinde önce yüzündeki ifadeye şaşıracak, hızla salonu süzüp sonra başlarını kaldırarak düştükleri deliğe bakacaklardı. bu nasıl olabilir demelerine fırsat vermeden yerimden fırlayacaktım. çatacak kimsem kalmamıştı. kimseyi kırmamak için incelte incelte neredeyse iğne deliğinden geçebilecek hale getirdiğim sözlerim artık tahammül edilemez bir hal almış, içerisinde en ufak bir yanlışlık barındırmasa bile kimsenin kabul etmek istemeyeceği bir şekle bürünmüştü. aramalar kesilmiş, hal hatır sormalar son bulmuştu. kendime olan kinimi başkaları üzerinden dile getirmemi sağlayacak, karşımda durarak en azından kendi kendime konuşuyor olmamın önüne geçecek kimse yoktu. iç çeker gibi bir nefes daha çektim. bu ne münasebetsizlik böyle, damdan düşer gibi evime geliyorsunuz ve hiçbir şey olmamış gibi yemeğinizi yemeye devam ediyorsunuz, hem de sofranıza buyur bile etmeden. evet, yalnız yaşıyor olabilirim ama bu öyle kafanıza estiğinde evime gelme hakkını size vermez. benim yalnız kalmaya, kendi kendime vakit geçirmeye hakkım yok mu? yalnız insanların her zaman müsait olduğunu da nereden çıkarıyorsunuz? özel yaşam dediğiniz şey hayat ancak biriyle paylaşıldığı zaman mı bir anlam ifade ediyor sizin için? hiç mi saygı duymazsınız? bıkmadınız mı birilerini yalnız yaşadığı için tehlikeli görmekten, her an her şeyi yapabileceklerine inanmaktan? onları hep kontrol altında tutmak gerektiğine, toplumu düzensizliğe sürüklediklerine olan inancınız, aileleriniz için tehdit unsuru olarak algılama aptallığınız hiç sarsılmayacak mı? hayır sakın misafir ağırlamaktan çekindiğimi, bunu zahmetli bir iş olarak gördüğümü falan düşünmeyin. insan en azından bir haber verir canım. üstelik misafirlerinizi de getirmişsiniz. rica ederim çıkın evimden. hiçbirinizi görmek istemiyorum. yemek masası kalabilir. böylece biraz da olsa içimden geçenleri dökebilecektim. kağıda kaleme de sarılabilirdim. elbette yapabilirdim bunu. ama yazmak zorunda kalmış herkes bilir ki bu son çaredir. birileri içinden geçenlerin; sabırla, ayıplanmadan, yargılanmadan can kulağıyla dinleneceğini bilseydi, bunları anlatabilecek birilerini bulabilseydi hiçbir şeyi yazıya dökmezdi. kimse bir çift gözün varlığını, bir nefesin sıcaklığını yazıya değişmez. çaresiz kalmasa, ölü gibi masanın üzerinde yatan solgun kağıtlarla muhatap olmayı aklının ucundan geçirmez. tavan çökmedi, eve kimse düşmedi. yerimden doğruldum. balkona çıkıp elimdeki izmariti baş aşağı saksıya gömdüm.  


sokağı hızlı adımlarla geçip apartmandan içeri girdi. şaşırmış sayılırdım. yavaş yavaş içeri girip, kapıya doğru yürümeye başladım. onun yukarıya çıkmasıyla, benim kapıya ulaşmamı aynı ana denk getirmek istiyordum. kapıyı çalmasına ve kapının arkasında onu beklediğimi düşünmemesini sağlayana kadar bekledim. bakıyorum da gözün yollarda kalmış demesini istemiyordum. kimsenin gururunu böylesi bir hareketle okşamayamazdım. hele ki hiçbirinize ihtiyacım yok, beni hayatınızdan çıkarmazsanız, beni hepinizi hayatımdan çıkarmak gibi bir zahmetle baş başa bırakırsınız dedikten sonra, birilerini görmek için can attığımı hissettiremezdim. içeri girip doğruca salonun ortasındaki sehpaya yöneldi. cebinden dört-beş paket sigara çıkarıp sehpanın üzerine bıraktı. belli ki gevezelik etmek için gelmişti ve beni evde bulacağından neredeyse emindi. bunun başka açıklaması olamazdı. işini bitirdikten sonra, yüzüme bakmayı nihayet akıl edebildi. hareketlerinin kontrolsüzlüğü, ellerini nereye koyacağını bilememesindeki acemilik tedirginliğini apaçık gösteriyordu. traşsız yüzünü kaşıdıktan sonra bir sigara yakıp, kendini koltuğa bıraktı ve ilk sorusunu sordu.

-merak ediyorum, bu kadar boş vakti nereden buluyorsun?
-hiçbir şey yapmayarak temin ediyorum. 


kapıyı kapattım. sabah beşte yatıp yedide kalkmak zorunda kalmış gibi bir mahmurluk ve bir mecburiyet hissiyle neredeyse ayaklarımı sürükleyecek biçimde yürüyüp karşısına oturdum. bu salonda ilk defa bulunuyormuş gibi, alelacele, çevresini tanımak ve varlığına yönelmesi mümkün her saldırıya karşı tetikte olmak niyetiyle etrafta gezdiriyordu gözlerini. dünyayı tanımak adı altında yaptığımız ne varsa zaten, bilinmezliğin korkusunu biraz olsun yatıştırabilmek içindi. ister balta girmemiş ormanlarda araştırılan, isterse okyanusun dibinde peşine düşülen canlılar ya da insan ruhunun derinliklerinde aradıklarımız olsun, hiçbiri onların varlıklarından haberdar olmak adına değil, insanın hükmedemediği her şeye olan çekingenliğinden biraz sıyrılabilmek uğrunaydı. insan önlem almayı keşfederek, kendini korumayı öğrendi ve böylece kendini hapsetmenin önünü de açmış oldu. sınırları, çitleri, kaleleri, evleri, kapıları, kilitleri kendi mevcudiyetinin devamlılık garantisi olarak görüp, bütün tehlikeleri bu duvarların ardında bırakmayı umarken, bu tarafta kendinin de tıkılı kaldığını göremedi. misafirim, odanın içindeki gezintisini tamamladıktan sonra söze girdi.


-çok denedim ama insanları olduğu gibi kabul edemedim bir türlü.
-onları olduğu gibi kabul etmen gerektiğini düşündüren ne?
-kimseyle başka türlü bir araya gelemiyorsun ve hiçbir ilişkiyi bu görmezden geliş üzerine oturtmadıkça sürdüremiyorsun.
-ve hiçbir gelişme kaydedemiyorsun.
-nasıl yani?
-insan aklı, dünyayı olduğu gibi kabul etmediği için şimdi bu haldeyiz. aksi halde -eğer ki tarihçilerin anlattıkları doğruysa- mağaralarımızda günümüzü gün ediyorduk, mevcut durumu kabul etmiş insanlar olarak. 
-ilerlemeyi çok da matah bir şey olarak görmediğini sanıyordum.
-görmüyorum. zaten bahsettiğim gelişmişlik ileri doğru giderek değil, geriye doğru yönelerek sağlanabileceğini düşündüğüm bir şey. birilerini dürterek hadi biraz daha insan olalım demedim hiçbir zaman, insanlığımıza dönelim demeye çalışıyordum. insan, göbek bağı ana rahminden kesildiğinde kirlenmeye başladı. 
-oraya mı dönmeliyiz ya da dönmek için çabalamalıyız?
-bu artık imkansız. ama içimizdeki tek arzu bu bence. sığınacak bir kucak diye bahsettiğimiz şey ana rahminin tam karşılığıdır. sevgi, şefkat, barınma, beslenme, güvenlik ihtiyacı. bunların hepsini karşılar çünkü. 
-benim dönmek ve de kalmak istediğim tek yer onun yanıydı.
-neden yapmadın öyleyse?
-oraya dönemeyecek kadar kirlenmiştim demek ki.



yerimden kalktım. mutfağa gidip ocağın altını yaktım. buzdolabının kapağını açıp, hayır demesi ümidiyle aç mısın diye bağırdım. pek değil diyerek karşılık verdi ve "pek değil" insanın açlıktan ölme ihtimalinin çok uzak olduğunu bildiren bir işaretti. tabakta kalmış son birkaç zeytini ağzıma atarak ve boş tabağı buzdolabının içinde bırakarak kapısını kapattım. mutfak tezgahına yaslanıp, su kaynayana kadar oyalanmak adına, ağzımdaki zeytin çekirdeklerini çırılçıplak bıraktım. temiz hiçbir şeyim kalmamıştı. zor günler için sakladığım temiz iki bardağı dolaptan çıkarmaktan başka çarem yoktu. sömürülecek bir tarafları kalmayan zeytin çekirdeklerini şık bir hareketle çöp tenekesine fırlattıktan sonra kahveleri alıp içeriye doğru yollandım. içeri döndüğümde sağ el parmaklarını dizinin üzerine koymuş, boylarını eşitlemeye çalışıyordu ve hatta bunu dünya üzerinde en iyi yapan insan olması muhtemeldi. yazık ki bu yeteneği, kuşaktan kuşağa aktarılamadan yok olacaktı. kahvesini önüne bırakıp oturdum. 


-bana kendimi çok değersiz hissettirdi. varlığımın gerekliliğine dair hiçbir umut bırakmadı bende.
-milyarca kişi arasından denk geldiğin birkaç kişi, sana hiç olmadığın kadar değersiz hissettirdi. daha fenası, geri kalan milyarlarcasının aklına gelmesini engelledi. şimdi sen de gelmiş insanlıktan umudunu kestiğini söylüyorsun öyle mi?
-insanlıktan değil, kendimden umudu kestim.
-bak sana bir şey söyleyeyim. kırık kalp tedavi edilebilir bir şeydir. ama birinin cesaretini kırmasına izin verdiysen, ne kendi kendini tamir edebilirsin, ne de başkasının tamir etmesine izin verirsin. kırılanın kalbin olduğunu sanmıyorum.
-duyduğum sevinci duyuyor mu yoksa içimin içimi kemirmesinden mi geliyor bu ses? işte ben bunun cevabını alamadım ondan hiçbir zaman. 
-cevap vermek istemediği için alamadın, ortada bir cevap olmadığından değil.
-bu eziyeti reva göreceği ne yaptım ki?
-hiçbir şey. bu seninle gördüğü bir hesap değil. kadın çoğu zaman, bir boşluktan atlarken, "burada kalamam" ve "ya karşıya da geçemezsem" düşüncelerinin arasında bocaladığı için düşüyor o uçurumdan. o tarafta kalmaya karar verse ya da karşıya geçme kararlılığı gösterse daha sağlıklı bir birey olacak. karşıya atlarken bile gözü geride. böyle olunca da karşıda onu bekleyeni de kendisiyle beraber aşağıya çekiyor, sağlam bir iniş yapamadığı için. pek çok kez, birini kurtarmak isterken boğulan insan haberi duymuşsundur. o panik hali, maalesef ki boğulanın ve de onu kurmaktan isteyenin mahvı oluyor. o yüzden "bu, onun hesabı" diyorum. ya onu öylece bırakıp kurtulmasını ümit etmekle vakit geçireceksin ya da sana tamamen tutunup sarılamayacağı kadar bir mesafe koyacaksın arana, seni de beraber batırmaması için. 
-yalnız kalmak istemişti, evet.
-güldürme beni ne olur. bir kadının dünyada isteyeceği son şey yalnız kalmaktır. bunu söyleyen bir kadının hiç yalnız kaldığını, etrafının boş olduğunu gördün mü? bunu duyduğunda şunu anla lütfen: beni serbest bırak.

kahvesindeki son yudumu, neredeyse geriye düşecek kadar başını arkaya doğru atarak, midesine yuvarladı. yüzü asılmış, hüsranı katlanarak çoğalmıştı. bitmek üzere olan sigarasının közüyle yeni bir tanesini tutuşturdu.

-çakmak kullanmaz mısın?
-sadece ilk sigarayı yakarken. kalanları birbirinin ucuna ekliyorum. gerçek bir tiryakilik bunu gerektirir. 
-prensiplerine böyle sıkı sıkıya sarılan çok az insan kaldı azizim. peki ne zaman böylesi harika bir karar aldın?
-gaz doldurmak isterken yanan birinin hikayesini okuduğumda. 
-niyetin çakmak gazının bitmesini engellemek yani öyle mi? kibrit kullanmayı deneseydin ya da yeni bir çakmak almayı.
-inan bunu düşünecek kadar vaktim olmadı.

cümlesini bitirmeden yerinden kalkmıştı. geldiğinden beri belki de ilk defa oturduğu koltuktan ayrılıyordu. ömrü boyunca bunu planlamış gibi bir kararlılıkta kitaplığa doğru yürüdü. gözlerini kısarak kitap isimlerini seçmeye çalışıyor, işaret parmağını üzerine koyduğu kitabı daha net göreceğine dair bir inanç taşıyordu sanırım. içlerinden birini çekip aldı. hızla sayfalarını gözden geçirdi. kitabın ortasında bir yerde durarak okumaya başladı. "hızlı ama narin adımlarla gelip 'çok bekletmedim değil mi?' diye sordu, saçlarını toplayarak masaya otururken. 'yirmi yedi senecik. lafını etmeye bile değmez' diye söylendim kendi kendime." 

-ömer gamyükü. ilk defa duyuyorum adını. neyse, bu kitapların hepsini okudun mu?
-hayır.
-neden kitaplığındalar öyleyse.
-tabi ki kitaplık boş gözükmesin diye.
-e kitaplık almasaydın.
-inan bunun düşünecek kadar vaktim olmadı.

sırıtarak elindeki kitabı yerine bıraktı.  tekrar yerine doğru gelirken yüzü eski halini almış, omuzlarıyla beraber aşağı çekilmişti. boş olduğunu her fırsatta söylediği kafasını, gövdesi taşımakta zorlanıyordu. bakışlarını anlamsız bir sabitlikle boşluğa dikti.

-sabah evine gittim konuşmak için.
-ve tabi ki yine kavga ettiniz.
-nereden biliyorsun?
-kadın erkek kavgalarının çoğu sevişecekleri yerde konuştuklarından doğuyor inan ki.
-beni sevmesini istedim ondan sadece. bu kadar zor muydu?
-hayır, en az senin onu sevdiğin kadar sevmesini istedin. 
-bu zor mu peki?
-bak, karşısındakinden aynı oranda sevgi bekleyen insanın hayal kırıklığına uğraması kaçınılmazdır. eşit dereceli karşılıklı sevgi ahengi bozar. dans eder gibi düşün. biri eğer ileri adım atıyorsa, diğeri ayağını geri çekmek zorunda. yoksa o birliktelik yürümez ve biri mutlaka birinin ayağına basar. eğer uyum içerisindeysen, bundan fazlasını istemeyeceksin. 
-istemediğini söyleyebilirdi, sevemediğini söyleyebilirdi. insanların en çok kırmamak için söylemediklerine kırılıyorum ben. gerçeği öylesine apaçık bir şekilde, bütün içtenliğimle kabul edebilecekken hep ihtimallerin en kötüsünü düşünmek zorunda kalacağım bir endişe denizinin ortasında bıraktı beni. 
-istenip istenmediğimize dair pek çok işareti karşımızdaki bize sunuyor aslında. gizli bir kabulle ilişkilerimizi sürdürüyoruz. farkında olduğumuz bir yalanı gerçekmiş gibi görüyoruz, karşımızdaki de söylediğinin aslında ne manaya geldiğini bilerek konuşuyor. sadece görmek istemeyerek daha büyük bir yıkıma doğru yol alıyoruz. belki de yenilgilerimizin de büyük olmasını arzu etmemizden kaynaklanıyor bu. yenilgi de olsa kimse daha küçüğünü benliğine yakıştıramıyor olabilir. kayıtsızlıktan daha büyük bir gösterge olabilir mi? başka bir şeylere yönelme, düşüncesiz davranışlar sergileme, bile isteye incitme... bunların hepsi birer işaret değil mi? olanı görmek istemiyoruz yahut bu davranışları başka şekilde yorumlayarak, en azından düşündüğümüz gibi olmadığını bilmenin bize iyi geleceği hissine meylederek kendimizi rahatlatıyoruz. "acaba beni seviyor mu" sorusunun tek cevabı vardır: hayır. 
-belki de zamana ihtiyacı vardı.
-ahmak. bak, düşünürün dediği gibi "intikamda ve aşkta kadın, erkekten daha barbardır" arzu duyan kadının önünde zaman bir engel değildir. istiyorsa gider ve alır. kadın almamışsa, istememiş demektir.  
-peki benim onu istemem ne olacak?
-insanlara mucize gösteremezsin, onları bununla ikna edemezsin. birbirini deli gibi seven iki kişiden toplum nefret eder. çünkü bu ortalamanın yıkılması manasına gelecektir. birini deli gibi seven kişiden de karşısındaki ürker. kendisini sorgulamasına sebep olursun. bir insana, bu kadar sevilmeyi hak edecek ne yaptım diye düşündürmeye başlarsan, bu sevginin altında ezilecek ve ilk fırsatta bu yükten kurtulmayı isteyecektir. sanma ki ben de bu sevginin karşılığını vereyim diye çabalasın. daha önce de anmıştım bu cümleyi "insan aklı kolaya kaçmakta ne kadar da esenliklidir"
-bana attığı ilk kazıkta bitirmeliydim belki de bu işi.
-birine ikinci şansı vermek, harcadığı ilkinin üzerinde tepinmesini ve nasılsa sonu yokmuş bunların diye düşünmesini sağlar sadece. 
-nasıl bu kadar emin konuşabiliyorsun?
-ne konuştuğuma bir daha dönüp bakmayarak.


yenilgisini kabul etmişti, bunu biliyorum. sadece güzel yenilip yenilmediğinin merakı içerisindeydi ve bunu onaylatmak için birine ihtiyacı vardı. belki de tam tersine onu cesaretlendirmemi istiyordu. eğer elinden geleni sonuna kadar, hiçbir çaren kalmayana kadar yapmazsan, dönüp baktığında yapmadıklarının pişmanlığını yaşarsın, çabasız bir sevgi mümkün değil, hem sana birden bire gönül vermesini istemen yeterince bencil bir davranış değil mi, kendini daha çok sevdiğini göstermez mi bu, demem gerekiyordu belki de. git ve ayaklarına kapan. hem itaatin kötü olduğunu düşünmemizi gerektiren şey ne? bir boyun eğiş bizi huzurlu ve de mutlu kılabiliyorsa, itaatsizliğin içinde ne diye kıvranacağız? kalpten gelen bir itaat, sancısını çektiğimiz pek çok sıkıntıyı ortadan kaldırmaya yeter de artardı bile. bu galip gelme istediği de neyin nesi? kendi arzusuna başkaldıramamış insanın, başkasına başkaldırışına sahici diyebilir miyiz? herkes taleplerini birkaç istekle sınırlı tutarken, nasıl olur da bunlara ulaşamaz? ben sevilmek istiyorum diyen bir kadının arzusu bu mu gerçekten? yoksa isteği, istediği kişi tarafından sevilmek ve istediğinin binlerce özelliğinin olması mı? şefkatli bir omza baş koyabilmeyi dünyalara değişmeyeceği söyleyen bir erkek, nasıl oluyor da daha sonra göz rengiyle, boyla, kiloyla bir şeyleri idealize etmekten geri duramıyor? kadın; kendine duyulan hayranlığı seviyor, erkek; hayranlık uyandıracak birine sahip olma hissini. birini sevmemiz nasıl oluyor da karşımızdakinden çok bizimle alakalı olabiliyor? ihtiyarlar gibiyim. artık kendi yapamayacağı fenalıkları, başkalarının da yapmaması için öğüt veren ihtiyarlar gibi. biraz aklım olsaydı, başkalarına akıl verecek kadar olmadığını elbette anlardım. aradığım anlamı parkelerde bulamayınca başımı yerden kaldırdım. yeni bir sigara yakmış, gözünden damlayan yaşları sigaranın közüne denk getirmeye çabalıyordu. sigarayı alıp diline basmak geçti içimden. 

-bir erkeğin yanında ağlamaktan daha beter bir şey varsa, o da bir erkeğin karşısında ağlamaktır. kes şunu, lütfen. 
-abi anladım ki insanın karşısındakini dilediği gibi sevmesinin önündeki en büyük engel yine karşısındaki. sevdiğini aradan çıkardığında artık doya doya sevmenin önünde hiçbir engel kalmıyor. ona olan sevgim o kadar büyüktü ki. o beni defalarca aynı anlamsızlığın içinde bir başıma bırakıp gitmesine rağmen, fark ettim ki ben onu hala, yokluğumun acısını ona yaşatamayacak kadar çok seviyorum. neyse ki artık hepsi bitti. artık bir yere gidemeyecek.
-ne yaptın sen?
-başına sert bir şeyle vurmak zorunda kaldım. onu öldüresiye seviyormuşum, bunu anladım.

ne yapacağımı bilemeyerek yerimden fırladım. ellerim titremeye başlamıştı. bağırıp çağırmakla, soru sormak arasında kararsızdım. ağzımdan hiçbir küfür çıkmamış olmasına şaşırıyordum diğer taraftan.
-aptal herif. yaşıyor mu?
-soramadım, cevapsız kalmaktan korktum. beni bir kez daha karşılıksız bırakmasına dayanamazdım.

hızla kapıya doğru yöneldim. dişlerimi sıkıp, intikam yeminleri ederek koşmaya başladım. bir umut belki yetişebilirim diye bir gayrete giriştim. "seninle görüşeceğiz gerizekalı" diye bağırarak kapıdan çıktım.


bu kadar çabuk olacağını planlamamıştım. aşağı inip apartmandan dışarı adım attığımda onun eğri büğrü yazılmış bir harf gibi yerde yüzüstü yattığını gördüm. başından akan kan beton zemine yayılıyor, neredeyse yarılanmış sigarası ölü parmaklarının arasında tütmeye devam ediyordu. yanı başında dizlerimin üstüne çöküp kaldım. parmaklarının arasındaki sigarayı alıp bir nefes çektim ve dünyanın bütün anlamsızlığına üfledim.

30 Eylül 2012 Pazar


bilmek dediğin bilmen gerekenden fazlasını ihtiva ettiği zaman
neye katlanacaksa gönül görmemişliğiyle,
bir kâğıdın yedi defa katlanabilirliği umrumda değil,
birazdan koyacağım nokta yargıyı sonlandırmayacak ve.
kâğıt gibi değil geri dönüşümü gönlün,
kahrolsun kâğıtlar, kullanılmış şişeler ve bugün.

bilmek dediğin bilmen gerekenden fazlasını ihtiva ettiği zaman
yani diyorum içimde makas unuttular.
içimin sancısı diyordum, kıvrılıyordum,
kıvranmaktan az öteye yol olup
bir makası doğa kaç yılda yok edebilir hiç düşünmedim
ki kalmışsa bende hala biraz topraklık.

plastik bir gürültü kopunca
plastik uykusuna tekrardan dalıyor insanlık.

doğruluyor mesai
yaşamak mahmurluğu, gözlerimizdeki çapak
biraz benzin ve umulur ki boş bir otopark
bileklerinizdeki plastik kelepçeyle karışık
aynı sokağa fırlatıyor bizi.

şehrin tecessümüdür, dile gelir
sahte bir nezaketle buyur eder bize
hatrımızı sorar, ellerinden öptürür çocuklarımızı
ama önce biraz beklememiz gerekir
şöyle oturalım haber verilsin
dünya bizi birazdan makamında kabul edecektir.

biraz kırışık kremi almaz mısınız
en azından borsaya bir göz atın
hatta faturaların halledilmesi gerekir
şehrin keşmekeşinin yada
hediye olarak parfüm tercih edilebilir
ve çok derin bir anlamı vardır tektaş yüzüğün
haftasonu kaçamaklarında mesela
ölen çocuklar için üzülün

benim için de üzülün
ben ne yapsam bu fazlalıklardan
ne yapsam bu şehir, ne yapsam bu salgın
bu boş boğazlık, bu ağırlaştıran beni
hem kim istemez bir gün tabutuna sığabilmeyi?

16 Eylül 2012 Pazar

iki can. bir cin ve peri kızı.



"you're just a ghost and i'm real
you're just a stone and i'm the wind"

eksiksiz bir vasatlığa kimse hayır demez. pek çoğunun umduğu da budur. insan tamamlamak üzere vücut bulmuştur. ister ülkü diye sarıldığı, ister kurtulmak için elini bıraktığı bir şey olsun, ne varsa eksikliği gidermek içindir. açlığını, susuzluğunu, can sıkıntısı, açığını, şefkat ihtiyacını, büyüklenme hayalini, keyfini ve kederini ve dahi ömrünü tamamlamak için dur durak bilmeden yaşar. yolu tamamlamak için yürür ve yürüdüğünü unutmak için ölür. attila ilhan şiirinde "başınızdan duman eksilmesin gavurdağları, siz hikayet eylediniz bana bahçe kazasının kaman köyünden cebbar oğlu mehemmed'in hikayesini" diye söyler. benim de bazen barakmuslu mezarlığı'nda yatasım gelir ama konumuz bu değil. diğer tarafta kazancakis, zorba'dan bahsederken onun her günü hayretle yaşamasından söz eder. onu şaşkınlık içinde görüp "nedir bu kadar ilginç olan zorba" diye sorduğunda, "ne olacak patron, dünyada katırların olması" diye cevap verdiğini iletir. okuduğumda ne güzel demiştim, o lezzeti ilk defa tadıyormuş gibi hissetmek. sonra kanıksadığımız, olağan saydığımız, en fazla göz ucuyla baktığımız, oralı olmadığımız, duyarsızlaştığımız fikri ile kendimize acımıştım. ve daha sonra yorgunluğum arttığında, hiç değilse biraz şaşırmamak için can attığımı farkettim. buna hayır demeye gücüm yetmiyormuş öğrendim. ne bileyim işte, her sabah doğan güneşe hiç şaşırmayız ama sanki binlerce yıldır bu olmuyormuş gibi birinin öldüğünü duyduğumuzda hayretle dudaklarımızı ısırırız. insanlığa sığar mı bilmem ama insana sığıyor. midemiz genişledi ve vicdan kendini koyacak yer bulamıyor.      


çok canım sıkılıyordu. griye çalan bir renkle dışarıya kapanıyor, içeriye açılıyordu kapı. ortalama boyutlarda bir insanın, başından biraz yukarıya elini sol yandan kaldırmasıyla ulaşabileceği yükseklikte, beyaz ton üzerine siyah, kare biçiminde iki zil düğmesi vardı. biri üst kat için, diğeri alt kat için. üst katın zili, evin mimarisiyle örtüşen bir biçimde, alt katın zilinin üstündeydi. dalıp gitmelerin arasında, kişiyi belki hafif sıçratacak, normal bir anda sadece uyaracak bir tondaydı zilin sesi ama zili kimse kullanmazdı. dizin kırılarak, ayağın, diğer diz mesafesinin biraz daha altında bir yere çıkartılmasıyla ilk adım, evin eşiğine atılmış olurdu. girişte kare biçiminde sekizyüzaltmışdört mozaik taşının betona sıkıştırılmasıyla oluşan alan, evin başlangıçtan sonra gelen ilk yeri olmakla beraber, aynı zamanda üst ve alt katların ayrım noktası konumundaydı. bu alanın evin katlarına dönük kısmının üst kata doğru yol alan bölgesinde, sekiz santimetre yüksekliğinde, üst katın merdiven başlangıcını oluşturan bir basamak vardı ve bunu saymazsak eğer, tam bir basamak olmayışı durumundan, altı basamak sonra üst katının koridor kapısına ulaşabilmek mümkündü. sağ tarafta; üst tarafı, elin kavraması için olsa gerek, kutu biçiminde, alt tarafta parmak kalınlığından biraz ince demirlerle dikey olarak üst tarafa tutturulmuş ve düz demir biçiminde bu yuvarlak demirlere yatay uzanmış demirler, kare biçiminde görüntüler eşliğinde evin merdiven demirini teşkil ediyordu, özentisiz mavi boyası dikkat çekmiyordu. sol tarafta ise merdiven eğimiyle paralel bir şeklinde ortadan ikiye ayrılmış duvar, iki ayrı renkle boyanmıştı. bu alanın sağ duvara bitişiğinde yükselen, bel yüksekliğindeki çıkıntıya eski gazeteler serilmişti ve bir ayakkabılık görevi görüyordu. aşağı kata uzanan basamaklar on taneydi ve pürüzlü yüzeyleri vardı. bu sefer merdiven demiri sol tarafa, duvar sağ tarafa düşüyordu, kata doğru giderken. bu merdivenin bitiş noktasında, yukarı katın merdiven basamaklarının başlangıcının aksine daha geniş basamaklar yer alıyordu ve tam bu basamakların sona erdiği hizanın başa yakın kısmında burayı aydınlatacak olan lambanın düğmesi duruyordu. burada, yukarı katla benzerlik gösteren bir koridor kapısı vardı. her ikisi de bir eşikle başlıyordu ama yukarı kattaki koridor kapısı gri iken, aşağıdaki kapı solgun sarıydı. 

edebiyat olsun diye yolu uzattım. içeride ilk sola saptım. odama girip biraz hava aldım. ben cinnetin eşiğini tıngır mıngır sallar iken, kapım çalmadı ve ben açmadım. öyle zaman oluyor ki alıp bohçamı aşırıya kaçasım geliyor. köşeyi dönsem ve bir kütüphaneyle çarpışıp yere düşsem. sonra yüksek bir yere çıksam ve kendimi baş aşağı çevirip elbiselerimi çırpsam. hayır benim istediğim, gerçek bir zeminde konuyu enine boyuna rahat yataklara yatırmak. yüzyıllar boyu uçmayı hayal eden insan, ayakları yere basmayan her şeye nasıl oluyorsa burun kıvırıyor. tamam, söz sırası sizde. bütün vaktini dünyaya kazık çakmakla geçiren insanlar olarak "gitmek" deyiverin hadi ve ben öylece kalakalayım. iki şey geçiyor aklımdan çoğu zaman. birincisi; kendini sağlam kazığa bağlasan ne fayda, kazığı çaktığın zemin kaygan olduktan sonra deyip geçici bu dünyaya vurgu yapmak, ikincisi; bir akıl hastanesine girip "tedavi mi, deli soykırımıdır ulan bu yaptığınız" diye bağırmak. durmadan gövdeme bir soru işaretinin çengeli takılıyor. hepimiz ölüyorken, nasıl "ayrı dünyaların insanıyız" diye bir laf ediliyor mesela, benim dünyam almıyor. kırık bir kalpte aşk barınamıyor diye geçiriyorum içimden, çünkü o çatlaktan sızıyor. anlıyorum. babasından böyle bir çirkinliği görmüş bir çocuk, hangi erkeğe güvenebilir söylesene dediğinde onu da anlamıştım. "sığınacak yer yoksa, sana sinem yaraşır" diyemedim ama anladım. işte bu noktada ispat edebilirim merhametin neden akıldan büyük olduğunu. çünkü akıl kavrar, merhamet anlar. akıl payına düşeni alır, oysa merhamet hak verir. şu var ki yazmaya, önemsendiği yanılgısıyla başladım, önemsenmediğini kendime anlatmak için devam ettim. onbir yaşında "yok oldum bütün bütün" diye giriş yaptığım şiir maceramı "ve açılıyor kumbara, elde var sıfır, yaş yirmibir" diye bitirdim. madem vakit geldi toparlanayım. bu dünyadan göçerken "bizi tercih ettiğiniz için teşekkür ederiz" denilerek uğurlanmak istediğimi söylemiştim. arkamdan kim ne söyler bilmiyorum ama vardığımda "yolculuk nasıldı" diye sorulacağından eminim.  


aldığım nefesi tuttum ve dışarı adım attım. evden çıktığımda henüz çok erkendi. gidip boğazın iki yakasına birden yapışacaktım. sesi çıkmazdı, biliyorum. her gün yüzlerce vapur, tekne, koca koca gemi yarardı denizin karnını, köpürür köpürür ama kendi kıyısına vurmaktan başka bir şey yapmazdı. niceleri sigarasını atardı da, yanmasın su denizin ciğeri diye düşünerek, paçalarını ıslatmak pahasına, kimse izmaritin üzerine basmazdı. ki bir deniz, üzerinde sigara söndürülüyor diye haber de yapılmazdı. ve denizin sesi çıkmazdı. ben ki kaç kere içimi döktüm ona, burama kadar geldi deyip bir kere olsun taşmadı. zaten insan sesi çıkmayan ne ise gidip onu paralıyor. herkes yarasına sebep olanı, bilemedin hatırasını saklar. ama siz birinin yarasına sessiz sedasız sargı olursanız, iyileştiğinde ilk işi sizden kurtulmak olacaktır. çünkü siz artık kanlı irinli bir şeysinizdir ve iyileşen, size bulaşan kire kendisinin sebep olduğunu aklının ucundan bile geçirmeyecektir. tarih, hiçbir sargının sarılıp saklandığını göremeyecektir. aklımın çarmıhına bu fikri çivileyip ilerledim. sahil boyunca yürürken kararımı verdim. 

karşıdan, pantolonlarını değil de göbeklerini düşmekten kurtarması için kemer taktığı anlaşılan, siyah ceketli üç kişi geliyordu. hayata karşı en sivri duruşları belli ki ayakkabılarıydı ya da şöyle söyleyeyim, derin bir irdelemeye girip hayat hikayelerini uyduramayacak kadar üşengeçtim.  bu adamları buraya getirme sebebim belki ceketlilere içten içe beslediğim kindi. belki de şu sıcakta ceket giymeyi göze almayan kimselerin, kavga etmeyi de göze alamayacaklarını düşünmemdi. aramızdaki mesafe yavaş yavaş kapanırken, yönümü tam kafa kafaya geleceğimiz şekilde ayarlayıp yürümeye devam ettim. hararetli bir konuşma yapıyorlardı. tam önlerine gelip durana kadar varlığımı fark etmediler. ne yol vermek gibi bir niyetim, ne de yol vermelerini istemek gibi bir hayalim vardı.  karşılarına dikildiğimde, kalabalık olmanın verdiği özgüven ve jetonumun geç düşüyor olabileceği ihtimalini göz önünde bulunduran babacan tavırlarıyla durup biraz beklediler. hiçbir şey söylemeden, bana göre en sağdakinin suratına okkalı bir tokatla parmak izlerimi nakşettim. kafası şiddetle sağa doğru bir hareket yaptı ve arkadaşının omzuna çarptı. tokadı yiyen, bir anlığına da olsa yanındaki arkadaşının omzuna kafasını koymuş oldu böylece. dostlar böyle günler için vardır. 

önce bu sarsıcı haberle dillerini yuttular. onlara küçük bir sürpriz hazırlamıştım ve inanıyordum ki bu ilişkimizi canlı tutacaktı. birkaç saniye sonra şaşkınlıklarını üstlerinden attılar ve deli miyim yoksa canıma mı susadım bunun muhakemesini yapmaya başladılar. üzerimde özentisiz kıyafetim, bir numara büyük ayakkabılarım ve birkaç günde kirlettiğim sakallarım vardı. taşıdığım tek nizami görüntü kısacık kestirdiğim saçlarımdı. tabi muhakeme esnasında beni elden kaçırmamak için biri çoktan yakama yapışmıştı. bildiğin, tutuklu yargılanıyordum. insan işte. kimi zaman ne dinler, ne de anlar, kimi zaman da birini dövmek için önce deli mi değil mi diye anlamaya çabalar. "senin aklın başında mı lan" diye sordu içlerinden biri. "evet" dedim, "aklımı seviyorum, başımda olması hoşuma gidiyor". "resmen kaşınıyor lan bu" dedi başka biri. "resmiyete gerek yok, şurada biz bizeyiz" dedim. hüküm verildi, karar kesindi. sırayla ceketlerini çıkarmaya başladılar. özenle katlayıp kenara koyuyorlardı. aceleleri yoktu, varsa da artık önemsizdi. bunun tadını da çıkarmak istedikleri belliydi. yakamı bir diğerine devrettikten sonra, yakama yapışmış olan da ceket çıkarma ritüelini yerine getirdi. sakindim. böylesi soylu bir eylemin neticesi ancak böylesi soylu bir tavırla karşılanabilirdi. ikişer yumruklu üç adamın darbeleri havai fişekler gibi vücudumda patlamaya başladı. görsel bir şölen eşliğinde dayak yiyordum. çökmüş avurtlarım dolgunlaşıyordu. yediğim bu dayak işe yaramış olacak ki yüzüme kan geldi. 

yakamı bırakmıyordu bir tanesi. bir eliyle tutup kıvırdığı gömlek yakamı hiçbir ütünün açamayacağı şekilde buruşturuyor, diğeriyle yumrukları sıralıyordu. "bir elin işte, diğeri oynaşta hınzır" diye söylendim içimden. zor zamanlarda dahi moralimi bozmamanın olgunluğuyla keyiflendim. beklerken, işgaller biter kurtulur aşkın vatanı, bu sahte yürüyüş, bu paravan hayat, bir araya gelir ölümün iki yakası mısraları kırmızı bir fonla beraber döküldü ağzımdan. sonra, şu sıcakta onlara verdiğim zahmet için, ayıp oluyor mu acaba diye düşündüm. hakem araya girmedi, gong çalmadı, ringe kimse havlu atmadı.     

kimse insanlığa ait bir sorumluluğu üzerine almaz, kabahati kendinde bulmaz. kötülüğün sebebi ya bizim gibi düşünmeyenlerdir ya da bizim gibi olmayanlar. hiç kimse bir fenalığı karşısındakinin insan olmasına yormaz ve bu sebeple hiçbir fenalıktan kendini sorumlu tutmaz. insan, kötü dediğini ötekileştirerek kendi vicdan muhasebesinin kazananı olur. kendini böyle rahatlatır. bütün sistemler "ceza sorumluluğu şahsidir" ilkesiyle, bir suçun cezasının ancak failine yüklenebileceği düşüncesini güderek adaleti tesis edeceğini düşünür. hırsızlığı birilerinin arsızlığına yormayı akıl eden insan, sıra birini arsız yapan koşulların oluşmasını ve kendisinin buna doğrudan ya da dolaylı olarak yaptığı katkıları düşünmeye geldiğinde melekelerini kovalar, arkalarından kapıyı kapar. birinin işlediği suçun cezasını başkasına çektirmeyeceği iddiasında bulunan devlete, hapsettiği bir adamın geride kalan eşinin, çocuklarının perişanlığı da bir ceza değil midir diye sorarsanız tıkanır kalır. sadece suçu değil; bencilliği, ikiyüzlülüğü, yalanı, vefasızlığı ve dahi nice ayıbı konuşmak, işte böyle başkaları üzerinde gördüğümüzde çok tatlıdır. insan nasıl, insanlığa en ufak bir aidiyet duyup sorumluluk almadan, insan olduğu kanaatine varır? işte bu sebeple, kendimize gelmemiz umuduyla, her şeyi göze alarak, ben o tokadı, tüm insanlık için insanlığa atmıştım. halk beni anlamadı.




gözlerimi açtığımda, kendimi sırt üstü güneşleniyorken buldum. üstüm başım iyice dağılmış, gömleğimden bir kaç düğme kopmuş, ayakkabımın biri çıkmış, üzerimdeki kan kurumuştu. dayak yemiş gibiydim, epey yorgun bir şekilde uyandım. anladığım kadarıyla arkalarına bakmadan gitmişlerdi ya da ben baygınlığımdan arkalarına bakıp bakmadıklarını bilememiştim. kemiklerim sızlıyordu. çarpıp kaçtığınız bir insanlık var, plakanızı aldım orospu çocukları diye bağırdım, plakanızı aldım orospu çocukları. beni, benden başka kimse duymadı. bu kadar bronzluk yeter diyerek yavaşça doğruldum. doğrulmak dediysem, baston yutmuş gibi değil, baston tutan bir ihtiyar gibi iki büklümdüm. pişman değildim ama içimi hala bir boşluk hissi kemiriyordu. biraz sonra köpek dişimin yerinde olmadığını fark ettim. tek eksiğim oymuş, çıktığım merdivenin son basamağıymış, o da tamam olsa her şeyim tamam olacakmış, yolculuğum bitecek, emelim nihayete erecekmiş gibi telaşla düşen dişimi aramaya koyuldum. sanki yer yarılmış da içine girmişti. altına bakmadığım çer çöp kalmadı, sonra nasılsa yerine tekrar takamayacağımı düşünerek aramaktan vazgeçtim. sırtımı denize yaslayıp oturdum. 
   


baktım bambaşka bir iklim, denizi kıskandıra kıskandıra, benim canımı duvarlara çarpa çarpa, bu tarafa doğru yürüyor. onu görür görmez, bütün geçmişimi yaşanmamış farz ederek, her şeye baştan başladım. kalbimden bir kaza çıkmak üzereydi. varlığının, makasa yaptığı bu müdahaleyle ömür trenimin rotası değişmişti. uzun boyu, ipek saçı, ince beli, yüzündeki beni sanki bir yorgunluk kahvesi. bu nasıl bir güzellik. dünyaya yaşamaya değil de bizi kendimizden utandırmaya gelmiş besbelli. bir yol yürüyor dönüşü yokmuşçasına. bense kaç gemi yaktın, kaç toprağı fethedip de kanattın diye sormaktan korkuyorum. ben nerede değilsem, bakışları o tarafta. şimdi daha beter dayak yiyorum. hayır, ayan beyan linç ediliyorum. devleşip gözüne ilişeyim diye dua ederken küçülüp zerre oluyorum. bir martının gagasında susam tanesi olup tamamen menzilinden çıkıyorum. 

çaresizdim. müsaade ederseniz bunun adına mucize diyeyim. tam önümden geçerken ayağı takıldı zemine. yerden kesildi iki ayağı birden. dünyanın bütün tümseklerini ve dahi heybetinden yanına varılmaz tepelerini dümdüz etmek geçti içimden o an. o daha düşmeden ben dizlerinde kanamaya başladım. yüzündeki ifade değişti, saçları savruldu. geliyor işte, aman allah'ım, cennet yeryüzüne iniyor.   


o yere düştü, ben yerimden fırladım. koşarak olması gerekiyordu ama aksayarak gidebildim yanına. hiçbir yerim tutmuyordu ama ben onun ellerinden tuttum. kalkmasına yardım ettim desem büyük bir gurur olurdu benim için, kalkmasına hizmet ettim. hala varlığım onun için herhangi bir anlam ifade etmiyordu. gözleri düştüğü yere bakıyordu. bir kere de bana baksa diye yer ile yeksan olmak istedim. kafasını yerden kaldırdı, gözlerimin içine baktı. ne üstüme başıma, ne yüzümdeki kana şaşırdı. belli ki varlığının bir insanı bu hale soktuğuna, darmadağın ettiğine daha önce binlerce kez şahitlik etmişti. teşekkür ederim dedi. o an amansız bir hastalığa yakalandım. acil şifalar, bana meyve suları. elleri hala ellerimde, ben ateşler içindeydim. yanındayım canım, iyileşeceksin desin diye bekledim, sesi çıkmadı.


sana aşığım dedim. seni sevdim, hep seveceğim. 


dünyadan artık vazgeçmiştim. ışık hızıyla ayırdı ellerini ellerimden. "şakanın sırası mı" diye sitem etti. ortamı yumuşatmak adına olduğunu söyleyerek bu hendeği atlayabilirdim ama yapmadım. ben kimseyi ikna edemem bilirim. ama az zamanda çok işler başararak, tüm bu olanların bir rastlantı olmadığını, bizim kaderimizin birlikte yazıldığını, tüm yaşadıklarımızın şu ana erişmek için sadece bir sebep olduğunu, artık ayrılamayacağımızı bütün ciddiyetimle anlattım. bir elmanın kabuğunu, kabuğu hiç koparmadan soyabiliyorum da diyebilirdim ama demedim. yüzüme baktı. gülümsedim. "rica ederim, saçmalamayın" dedi. o anki tebessümümü fırsat bilen bu yumruk, bu gürz, bu ağır topuz bütün dişlerimi dağıttı. ruhumu zımparalayarak kanatmış, kabından taşırmıştı. ben; lambasından çıkmış, dişleri dökük, beli bükük ihtiyar bir cindim ve "dile benden, ne dilersen" dedim. 

"sana mutluluklar dilerim" dedi ve sevgilim göğe yükseldi.
ben cennetten bir kez daha kovulmuş oldum.
artık dünyada sürgündeydim.
baktım, deniz yanıbaşımda. bütün yaralarımı deniz suyuna bastım. 
bundan sonrasını, ona kavuşmak için yaşayacaktım.

22 Ağustos 2012 Çarşamba


ne anlatacağımı çok merak ediyorum. kurumuş bir vazodan mı bahis açayım mesela? hatrımı sorsam kendime ve ilgilenmesem ne cevap verdiğimle. bir pencere açsam, neye yarar gözlerimi açmadıktan sonra. cevapsızlıktan çıldıracağım, ben şimdi nerede değilim acaba? bir uzaklığın uçlarından almak, mesafenin büyümesini sağlar. hadi ben karışmayayım bu işe. buna ayrı kalmak da diyebilirsin, uzak iki ağaç arasına kurulmuş bir salıncak da. biraz su akıt ve göz kapaklarını aç kapa. dünyayı daha temiz göreceksin mutlaka. gitmek elbette güzeldir ama kaybolmanın yerini tutmaz asla. 

pek çok şey yazdım irili ufaklı ve fırlattım dünyanın başına. sen ki her şeyi bilensin, kırılan her şeyin suçunu bana yıktın da bunların hepsinin bir çatlaktan sızdığı gelmedi aklına. aldığım tavsiyeler ne güzel, minnettarım lakin biraz da hak versen bana. içsizlik aldı başını gidiyor, rekora koşuyor noksanlık. içimiz geçiyor ve fakat bu bizi buzdolabındaki günü geçmekte olan bir şey kadar bile endişelendirmiyor. şimdi kim hayal eder bir ağacın gölgesini. bense orada birkaç şişe başka ufuk açtım, içiyorum. bu kendime yazdığım reçetenin ilk baskısı ve sen yoksun alınacaklar arasında.  

unutulması mümkün her şeyi unutsak, unutmayı hatırlamakla eksik kalacağız. gözlerimi alamıyorum, kendini tartışmaya açacak kimse var mı görünürde? mesela başım bir turunu kaç saatte tamamlıyor dünya etrafında. içimde çalkantı ve bir şey durduk yere serçe olur mu sorusu aklımın sapanında. yani insan ne hakla, dışındaki her şeyi değiştirerek ve kendi canından içeri o taşı geçirmeyerek bulmayı arzu ediyor huzuru. düştü ve çamura bulandı işte ağzımdaki bakla. uçurumdan düşerken mola verilmez. ve unutma, eskimekten korkmaz antika. 


ne iyi ettim de kendime geldim.
her şeye biraz alıştım ve herkesi affettim. 

7 Ağustos 2012 Salı

“Bazı Kağıt Fareleri İçin Kesinlikle Bir Cehennem Vardır”


Selam. Adım Ömer. 27 yaşındayım. Bildiğin eşek kadarım. Duygu tercümanlığı yapıyorum. Nicelerinin dilinin ucuna gelip de söyleyemediği hisleri, sürekli karşılaşıp da tarif edemediği durumları münasip bir dille anlatıyorum. Takdir ediliyorum, ilgi görüyorum, imreniliyorum. Tabi bu birden bire sahip olduğum bir şey değil, bunu yılların birikimi sağlıyor. Bu birikimin başında önemli iki şey var ki  söylemeden geçemeyeceğim: bir boş vaktim, iki farklılığım. Ben de sizin gibiyim, ben de sizdenim dememi bekliyordunuz değil mi? Ölünüzü öperim, yine de öyle bir şey söylemem. Anlatınca hak vereceksiniz ya da dinleyince ya da anlayınca. İlkokula altı yaşında başladım. Çünkü çok zekiymişim. Yani bizimkiler okula göndermeyip iki sene daha bekleseler, ortaokuldan başlayacakmışım öğrenim hayatıma. Kendi kendime gelin güvey olmuyorum tabi ki, konuşurlarken duydum "maşallah çok zeki" dediklerini. Ki hala kulak misafiri olurken edindiğim bu bilginin sorumluluğunu taşırım. İlkokula başlamamın üzerinden yedi-sekiz ay geçmişti ki okuma-yazmayı öğrendim. "Öğretmenim bu bir rekor mu?" diyebilirdim ama tevazuumdan ödün vermedim. Kurdeleler mi dersin, karneler mi dersin, neler neler serdiler önüme. Türkçeydi, matematikti, hayat bilgisiydi derken bir baktım Meydan Larousse olmuşum. Bu başarılarımı harika bir sonuçla taçlandırmalıydım, başardım da. Beş yıllık okulu tam beş yılda bitirerek yine dikkatleri üzerime çektim. Bu aynı zamanda, benim dünyanın en saygın ortaokullarından birine de gidiş biletimdi, bindim gittim.

Saçların hafiften taranmaya başlandığı, gözlerin orada burada dolandığı zor yıllar beni bekliyordu. Kazasız belasız, siftahsız atlattım. Üç yıl sonra mezundum. İnsanları mükemmelliğe alıştırmanın da bazı olumsuz neticeleri vardı, bunu biliyordum. Harikan berbat, mükemmelin vasat sayılıyordu bir süre sonra, alıştım da. Liseye başladığımda “okuma-yazma çok iyi, “konuşma iyi” düzeyinde Türkçe biliyordum. Ömer Seyfettin’in bütün hikâyelerini okumuş, Orhan Veli'nin bütün şiirlerini ezberlemiştim. Az zamanda başardığım bu büyük işlerin kıvancıyla, bıyıklarımı terletmeye ve jöleye başladım. Kızların gözdesi olmamam için hiçbir sebep kalmamıştı, kızların akıllarını başlarına almaları gerekliliği dışında. Şu kız beni kesiyordu, öteki seviyor söyleyemiyor, bir başkası sevgisini “salak” diye ifade ediyordu. Ulaşılmazlığımın insanları sevk ettiği yollar farklı olsa da, ta o zaman biliyordum ki bambaşkaydım. Ve şairdim, evet. Günde üç dört tane şiir yazıyor, okumaya doyamıyor, dünyaya meydan okumaktan kendimi alıkoyamıyordum. Bir taraftan okul, bir taraftan cemiyet hayatı derken ufaktan ufaktan kendimi yıprattığımı fark ediyordum. Kendimi bıçak gibi kestim. Okulda sessizleştim, "neyin var" diyen kızlara karşı yüzsüzleştim. -Ayaklarımın altından geçiyor bir deniz/ ben bir küçük kızım, ben bir deli kızım, siz beni ne anlarsınız siz- Lakin bu derinliğin öteki yüzünde ilgilenmen gereken meseleler, yapmam gereken çılgınlıklar, anlatmam gereken haylazlıklar vardı. Bir kere hocanın birine laf soktum, çok kıyaktı. Anlat anlat bitmez, öyle yani. Kravatı nizami takmamam bir Tiananmen Meydanı havası katıyordu etrafa, böyle şeyler uluorta söylenmez ama. Her güzel şey gibi bitmesi gerekiyordu ve bitti.

Lise bitince üniversite diye bir şey olduğunu öğrendim. Dehama yakışanı yapmalıydım ve ertesi sene üniversiteyi kazandım. Babam bir "hayırlı olsun" dedi. İlahi baba, şu kadar basit bir olay için bile oğlunu böylesi müthiş hediyelerle şımartıyorsun ya, daha ne diyeyim ben sana. Sırtıma bir çanta alıp, kayıt yaptırmaya gittim. Okul önünde annesiyle-babasıyla sıra bekleyen "üniversiteli" çocukları gördüm ve "okul başlayana kadar büyürsünüz inşallah" diyerek memlekete döndüm. Sonra bir şekilde başladı okul ve bitti. Üniversitede yaşadığım; çaydanlıkta makarna pişirmek, canlı müzik dinlemeye gitmek, kafelerde kız kesmek, ay sonu para yatsa diye beklemek gibi maceralarımın canla başla merak edildiğini biliyorum ama şimdilik sadece çılgınlıklarımın ipucunu vermekle yetiniyorum. Dört sene sonra çıkışımı aldım ve işe başladım. Haftanın en az beş günü, günde en az sekiz saat, o parti senin bu parti benim, röportajlar, çekimler, söyleşiler, etrafımda huriler, en az ayda bir maaşlı bir hayata giriş yaptım. Kiramı, faturalarımı ödüyor, karnımı doyuruyor, peşin fiyatına taksit var mı diyerek alışverişlerimi yapıyordum. Toplumda kolay kolay kabul görecek şeyler değildi, aykırıydım ama sanatçı kişiliğimin, farkındalığımın, yaşanmışlıkların önüne de geçemezdim. Memleketin yüzde altmışı aptal olduğu gibi, aynı zamanda koyun sürüsüydü ve uyuyorlardı. Haber sitelerine girip "Uyumayın millet, gelmeyin bu oyunlara" gibi yorumlarımla ülkemin aydınlık geleceği için çağdaş yaklaşımlar yaptım. Kimsenin görmediğini görüyor, kimsenin kavrayamadığını kavrıyor ve bunu ustalıkla dile getirebiliyordum. Gerek fikirlerim, gerek saç modelim olsun nice gönülleri fethetti, ne siz sorun, ne ben söyleyeyim. Sonra başka başka mecralara kayarak zekâmı, yeteneğimi ve bilgimi insanlığın faydasına yok fiyatına sundum. Fikirlerimi kitaplaştırmadan önce satırlaştırdım ve felsefemin demosuyla playlist’lerde taht kurdum.

Bazı cümleler vardır bilirsin, gediklerin aranan ismi olur. Sanırım peşimde kitleleri sürüklememin en önemli sebebi buydu: taş, gedik ve koyma ilişkisi. Türlü komiklikler, şakalar yanında, Tanrı Dağı kadar Türk, Hira Dağı kadar müslüman, Ağrı Dağı kadar duyarlı, Everest kadar tutarlı tavırlarım, hayvanlardan aç çocuklar için üzülmelere kadar geniş yelpazeli hayırlarım, illa ki fasıl ve rakı balıklarım ile giden sevgililere -cümle terkedilmişler için- küfretmeli tafralarım krallığımın temeli, bayrağımın gönderi idi. Eşitlik, özgürlük için her türlü cümleyi kuruyor, ülkemin milli ve manevi değerleri için savaşıyor, bilime inanıyor ve felsefeye takılıyordum. Film tavsiyelerinden, kitap önermelerden, "Oku da gel canım" demelere, "Her türlü akıl verilir" ilanlarına kadar milyonlara hitap ederek yaşıyordum. Biliyordum ki ben olmasam, San Francisco'da bir gay, Güney Afrika'da bir siyah, Avrupa'da bir Asyalı, San Ysidro'da bir Chicano, İspanya'da bir anarşist, İsrail'de bir Filistinli, San Cristobal sokaklarında bir Maya yerlisi, Almanya'da bir Yahudi, Polonya'da bir çingene, Quebec'te bir Mohawk, Bosna'da bir barış yanlısı gülemeyecekti. Çünkü ben olmasam kimse "çok komik" diyerek karikatür paylaşmayacak, haber sitelerinden alıntı yapmayacak, dizileri yorumlamayacak, futbol maçlarında taraf tutmayacaktı. Beğenilere kucak açıyor, eleştirileri "Sen ne anlarsın salak" diyerek savuşturuyor, karşımdakilerin her an öğrenmeleri gereken bir şeyleri olduğuna inanarak, en babacan tavrımla, "Bir de şöyle bak, biraz şöyle düşün" gibi dersler veriyordum.

Beni çığ gibi büyüten bunlar oldu. Şahsımın her adımını, fikir dünyasının önde gelen şahsiyetlerinin takip ettiğini bilerek ve şarkıcılarla ondört-onbeş yaşında çocuklara hitap ediyor diye dalga geçerek epey ekmek yedim. Aşkların da acıların da en büyüğünü ben yaşadım, dünya siyasetini de en iyi ben yorumladım, bir bıraksalar memleketi düze çıkarırım. İsyankarım. Geçen gün "O başbakan buraya gelecek, benden özür dileyecek" pankartımla mitinge giderken trafik polisine yakalandım, çaydı çorbaydı, "Memleket nereydi?" derken yakayı zor kurtardım. En yakınlarıma bile yediğim haltları anlatamam ama mesele özgüvendi, ayakları üzerine basmaydı, dik durmaydı falan olunca ortalığı dağıtırım.  Peki ya zaaflarım? Yok denecek kadar az, o zaman neden “Yok” demiyoruz? Fikriyatımın uçarı, savruk ve temelsiz yanlarını seviyorum. Örneğin tam oraya "Kaldırım taşlarının yükünü karda kalmış serçe bilir" yazarım da biri gelip "Niye?" der diye korkuyorum. Neyse ki kimse sormuyor ve ben rahat rahat "Birini tanımak on yıllar sürer, net" gibi cümleler kurabiliyorum. Bundan sonraki günlerimde, belki de her şeyi bırakıp dünya turuna çıkarım, belki de belki de ürkek bir ceylan gibi oradan oraya bir karavanda yaşarım demem icap edecek ama muhtemelen birkaç yıl içinde evlenerek, çoluk çocuğa karışıp, yıllar sonra da torunlara falan "Na benim saçlarım buraya kadardı", "Gençken çok hızlıydım" gibi laflar yumurtlayacağım.

Şimdilik günlük programımda, kahvaltı sonrası devlet erkânını fırçalamak, eğitim sistemi ve adalet mekanizması ile ilgili göndermeler yapmak, yeri geldiğinde masa üstlerine çıkacak enerjiyi kendimde bulmak, her şeyi bilmek, bildiğimi bölüşmek, bazen gitmek istemek, gitmelere methiyeler dizmek, herkese akıl vermek, oralı olmamak, hiçbir yerine takmamak, için için kahırlanmak, acı gerçekleri cahil kalabalığın yüzüne çarpmak, ayılmaları için önayak olmak, günde en az iki kitap, üç film bitirmek, "Ne güzeldir o, değil mi değil mi?" diye fikir birlikleri yapmak, “O senin gören gözlerinin temizlenmiş çapağının paklığı” gibi sırt sıvazlamak, ölüm ve intihara atıfta bulunmak, susmak hakkında aralıksız konuşmak, ilgi budalalılığımı tevazu sosuna bulamak, mümkün mertebe herkese göz kırpmak, boncuk dağıtmak gibi uğraşlar var. Öğle yemeğiydi, beş çayıydı derken “Yihhu” diyerek işten çıkıyorum, giderayak da "Gidişlerin bitirdiği geçmişler vardır, cezaları geleceğe tohum olamamaktır" gibi laflar ediyorum. Akşam haberleri izlerken biraz dünyaya acıyorum, akşam yemeğini yedikten sonra çöken ağırlıkla onu da atlatıyorum. Geç saatlerde erken kalkmak zorunda kalmak, alarmını ertelemek gibi kimsenin değinmediği konuları gündeme taşıyor, huzur içinde yatağıma giriyorum. Unutmadan söyleyeyim; kimseyi takmayan, isyankar tavırlarımla çocuk küfürleri ederken “Ben böyleyim işte iyi tanıyın, beni böyle sevin, dobra dobrayım” demekten kendimi alamıyorum. Tavana bakıp, bazı şarkıları dinliyorum. Yıllardır kendimdeyim, artık kendimden sıkılıyorum.   

 

13 Temmuz 2012 Cuma

Rica etsem, beni okumadan buruşturur musunuz?

Yoruldum; yemin etmekten, küfretmekten, yalandan, dolandan, talandan, kendimden vazgeçmekten, başkalarını sevmekten, sonra yine yemin etmekten, sonra yine küfretmekten. Yoruldum hiçliğiniz olmaktan. Yoruldum konuşmaktan. Rica etsem, ben susarken beni anlar mısınız?  Nereden, kimin geleceğini bilmiyorum ama ona kiralayacağım. Rica etsem, kalbimi boşaltır mısınız? Rica etsem, kokunuzun sindiği her şeyi kanımla boyar mısınız? Rica etsem, biraz yardımcı olur musunuz?

Ne kadar saçma olduğunu bildiğim halde, hep aynı duvara çarpıyorum. Rica etsem, beni bir kereliğine kendime saptırır mısınız?  Yine evinizin önünden geçtim. Rica etsem, sokağınıza girmemi yasaklar mısınız? Belki de önümü göremediğimden belalar beni görüyor. Rica etsem, gölgenizi gözlerimden çeker misiniz? Ağırlığınız beni eziyor. Rica etsem, biraz zayıflar mısınız? İnanın, yerim çok çabuk dolar. Rica etsem, ipinizde başkasını sallandırır mısınız? Evet, çok güzelsiniz. Ama kalabalığınızdan sizi seçemiyorum ve artık seçmek istemiyorum. Rica etsem, ülkemin sınırlarını kalabalığınızla birlikte terkeder misiniz? Kısa devre yapmak üzereyim. Rica etsem, düğmemden beni kapatıp, biraz da kendi içinizi merak eder misiniz? Kapı çalıyor, işkencecim gelmiş olmalı. Rica etsem, bu sefer onu siz ağırlar mısınız? Bakın şurada, hep battığım çamur var. Rica etsem, -benim için asla- zerre kadar dahi olsa değer verdiğiniz bir şey için  -batmak şöyle dursun- şu çamura dokunur musunuz? Çok iyi rol yapıyorsunuz. Rica etsem, biraz da kendinizi oynar mısınız? Galiba yine kendimde değilim. Giderken kalbimin kapısını hızla çarpıp beni ayıltır mısınız? Gizli şeyler ya el üstünde tutulur,ya parçalanır. Elinizin üstü bana çok yüksekte kaldığına göre beni son defa yağmalar mısınız? Biliyorum, senaryoda beni umursamadığınız yazıyor. Ama başınızı indirip, kalbimin üzerindeki "söndür" yazısına bakarak, artıklarınızla da olsa biraz serinletir misiniz? Öyle bıktım ki bilmekten. Rica etsem, bana çarpıp kaçarak, beni beynimden kurtarır mısınız? Nereye yönelsem, size çıkıyorum. Rica etsem, yolumu tıkamaktan vazgeçer misiniz? Kısaca ben size söyleyeyim: Sizden kurtulup rahatça ölmek üzereyim. Rica etsem, "Nasılsın?" demeyi bırakır mısınız? Çok iyi biliyorum, sizin için her şey çok kolay. Rica etsem, tek sefer içinizde büyüyen duygulara dilinizi alet eder misiniz? Sizin için dua ediyorum. Rica etsem, duamın içinde biraz rahat durur musunuz? Sizinle gelebileceğim son nokta burası. Yolculuk bedeli ödemeyiniz, hiç önemli değil. Rica etsem, sırtımdan iner misiniz? İşte yükünüzü, odanıza kadar çıkarttım. Rica etsem, beni evinizden kendime kovar mısınız? Biliyorum ki bildiklerim sizi zerre kadar alakadar etmiyor. Ama yine de biliyorum.

Biliyorum, zırvaladığımı, saçmaladığımı, suçlu olduğumu, beş para etmeyecek biri olduğumu, bir kukla olduğumu, acınacak halde olduğumu, aşkın herkesle yaşanamayacağını düşünüyorsunuz.

Biliyorum; yine bana dönecek mektuplara sizin adresinizi aptalca yazıyorum.

Biliyorum; hiçbir şeyiniz olduğumu bildiğinizi. Ama tenezzül edip kıymetli ömrünüzden bana biraz zaman ayırdığınız için, bazen hiç olmanın bir ömürde yer tutabileceğini biliyorum ve inadına ömrümü bir hiçe veriyorum. Yaptıklarımın sizin için bir anlam ifade etmediğini biliyorum. Fakat benim için ne kadar kıymetli şeyler olduğunu bilmenizi istiyorum. Şimdi -kesin düşerek olacak- yüksek katınızdan aşağı iniyorum. Sizi, daha farkına varmadığınız siz ile başbaşa bırakıyorum. Rica etsem, bir ağrı kesici alıp, söylediklerimi unutarak, yolunuza bildiğiniz gibi devam eder misiniz? Sizden vazgeçemiyorum. Rica etsem, yokmuşum gibi davranır mısınız? Kalbimi susturamıyorum, sizi istiyor. Rica etsem, bunun imkansız olduğunu bir daha söyler misiniz? Rica etsem, beni anlayarak okur musunuz? Rica etsem, beni tekrarlar mısınız?

Yoruldum; kalbimi böyle apaçık ortaya sermekten. Rica etsem, yokluğunuzla açıklarımı kapatır mısınız? Rica etsem.                                                13.07.2002

1 Temmuz 2012 Pazar

hakkıdır aklı tepen cinnetimin istiklal


kesin konuşmayı seviyorum sanırım. inkar edecek değilim, bu tavrın bana insanlar nazarında kazandıracağı duruşun gururu adına, bile bile yanlış yaptığım, aceleci davrandığım, sonradan pişmanlık duyduğum konuşmalarım oldu.  bir şeyleri bir arada tutan bir ip yerine, üzerine bırakılan ipek bir mendili ortadan ikiye ayıracak keskinlikte bir kılıç herkesin gözünde daha şatafatlıdır. görkem hakkaniyetli bir değerlendirmeyi engeller. iyi-kötü ayrımı gösterişin altında ezilir. emin olmanın, karşı tarafı kendinden şüphelendiren bir tarafı vardır. bunu kullanmaktan hiç çekinmedim, hiç kaybetmedim. yüzünü bir daha görmek istemiyorum dediğim kimselere, bari bir kere yüzünü göreyim deyişim, kesinliğimin delilidir. hazırlanmadım, yanıma hiçbir şey almadım. bir daha dönmemek üzere evden ayrıldım. ayrılık; özlem başlangıcı, yangına kıvılcım, tene paslı bıçak, zihne patika yol, akla yerçekimi, kalbe dönüş ve dilin kemiksizliğine ispat.

hayatım, kullanılamaz hale gelen eşyanın, taksitlerinin henüz bitmemiş olduğu gerçeğiyle yüz yüze gelmiş gibi bir hüzünle kaplıydı. yaşamadığım bir ömrün bedelini ödüyordum ve bu ziyadesiyle canımı sıkıyordu. dünya o kadar hızlı dönüyor ki bütün çıkış tabelalarını kaçırıyordum. su akıyor, çark dönüyor, başaklar öğütülüyordu. ne zaman yavaşlamaya niyetlensem kulaklarıma çarpan korna sesleri, küfürler, yürü deyişler hep bir ağızdan, sapmak üzere olduğum sözde hatadan beni çevirmek için olanca çabukluğuyla hareketlerime yön veriyordu. işte bu yüzden böyle şeyleri yolda düşünüp, karara bağlayamazdım. apar topar eve atmak için kendimi, saat aralıklarının, tek çizgi pantolonların, boyalı ayakkabıların, evrakların, dünyanın bütün numarasının arasında canımı zor kurtarmış gibi, soluk soluğa kalıyordum. nefes alabildiğim, dünyanın balkonundan ayaklarımı sarkıtıp aylaklık edebildiğim tek yerdi burası. ümit satmak için tezgahımı açtığım bu yerin daimi müşterisi idim. burada terazinin kefelerindeki hilesizlik bütün hesapların doğruluğuna beni ikna ediyordu. ben saksıma eşitlik ektim. yarısı bana, yarısı kendime. bir yarın ancak böyle temin edilebilirdi. ama tek başına bir yarın bana ne için lazımdı? ne işe yarardı? kararımı verdim, artık burada kalamazdım. 

dünyanın üzücü üstünlüğünü kabulleneli çok oldu. eskiden daha iyimserdim, kıyametin kopacağını düşlerdim. şimdi ise hiç bitmeyecekmiş gibi bu kargaşanın süreceğine neredeyse eminim. artık saklanmak yoktu, kenardan yürümeler, bomboş sokakları seçmeler yoktu. dosdoğru kalabalığın içine yürüdüm. caddeler, dükkanlar, çay bahçeleri, nerede kullanılacağı belli olmayan bir çuval insanla dolu. siz çok konuştunuz, hem de patavatsız bir biçimde. hiç hesap vermediniz, kimse size sormadı. sorulacağını düşünmediniz. sorulunca kafanızı çevirdiniz. bu sizin kaçtığınız son gün olabilir. yuvarlak bir dünyada sizi köşeye sıkıştırmak gibi bir idealin peşinde, sürüklenmek pahasına, her şeyi göze aldım. bir zamanlar sevtap vardı. hayatımda hiç kimseye bu kadar acımamışımdır belki. aynı sınıftayız. birbirimizle hiç konuşmuyoruz. zannedersin gözlerinde nemlendirici var, hiç kuru olduğunu görmedim gözlerinin. dört-beş adam bir kız çocuğunu dövüyorlarmış da, ben de öyle seyrediyormuşum gibi bir vicdan azabıyla bakıyorum ona. gözlerim gözlerine değince, ipince bir tebessüm ve müthiş bir utançla göç ediyor başka bir evrene. geçip giderken, bir şey isteyecek de çekiniyor gibi. sonra tanışmıştık bir şekilde. tartsan kırk kilo ya gelir ya gelmez. yıllar sonra "kırk kilo bir insan dünyaya nasıl yük olur" cümlesini okuduğumda, varlığı aklımda ağırlık yapan tek şeydi. bir derdi var da anlatmıyor, ki o zamanlar derdi varmış gibi yapmak da fiyakadan sayılmıyordu. yalnız kalmadığımız sürece konuşmuyor, konuşacak olsa yüzüme bakmıyor. yüzüme bakınca dudakları titriyor. kursağındaki düğümlerden bir salıncak, ben boğazımdan asılı sallanıyorum. ne taşıyorsun orada diyemiyorum ama o söyleyemem diyor. bana da mı diyorum, zaten sana söyleyemem diyor. elimden hiçbir şey gelmiyor. sanki dünyaya, acizliğin ne olduğunu bana öğretmek için gönderilmiş. ağzından hep bir gitmek düşüyor, tutulamıyor. bir gün gitti gerçekten. bir parça kağıt koparıp bir şeyler yazmıştı. avucuma sıkıştırıp uzaklaştı. bir daha da haber alamadım zaten, yaşıyor mu bunu bile bilmiyorum. beni gözlerinin ucuyla süzüp gülümseyen kız artık yok diye seslendim bir gün, duymadı. seneler önceydi gideceğim dediğinde. beni sevdiğin için teşekkür ederim demişti. bu nasıl anlatılır? edebiyatla kirletmeden nasıl kağıda dökülür bilemiyorum. seni seviyorum değil, ben de seni seviyorum değil, beni neden sevmiyorsun değil, beni neden daha çok sevmiyorsun değil, beni sevdiğin için teşekkür ederim diyerek gitti. çok çok sonra öğrendim, başkasının ayıbını taşımak zorunda olmak ne ağırmış, insan nasıl çaresiz kalırmış, birini kaybetmemek için nasıl bin parçaya ayrılırmış çok sonra öğrendim. çünkü sizin saçma sapan yargılarınız vardı, kipkirli elleriniz on beş yaşında bir kızın boğazında, nefes aldırmamalarınız vardı. hiçbir şey için olmasa bile bunun için nefret edilebilir sizden. tanımıyorum bile mi diyorsunuz? en çok da tanımadığınız, umrunuzda bile olmayan insanlara yaptıklarınız için nefret edilecek sizden. 

ben bunları niye anlatıyorum? yalnızım diyebilen insanın, kendisiyle konuşmuyorsa, yalnız olduğu söylenebilir mi? çağrısına bulamadığı karşılığa kimsesizlik denebilir ancak. o zaman ben bunları kendi denklemimi sağlamak için mi yapıyorum? pek çok şey denedim. hiçbiri işe yaramadı. ben yöntemimden eminim, şartlar hiç değişmedi. yapmayın rica ederim, şımartılmamış insan, aldığı övgüden şüphe eder. gidip birine sizin gibi güzel kadınların sevgilisi nasıl olunuyor diye sorsam, bunu sormayarak diyeceği apaçık ortada ya da senin için çok kıymetli olan bana, aptalca bir iş için harcadığın zamanı bile ayırmayarak, nasıl değerli olduğumu düşünmemi bekleyebilirsin benden diye sorsam sana, buna hiçbir gerekçe iliştiremezsin. bu yüzden ben, üzgün olduğunu söyleyen kimseye aynı hatayı ikinci kere yapma şansını mutlaka veririm. bu üzüntüsünün sahteliğini gösterir bana. çünkü bir şeye kıymet atfetmek dikkat kesilmeyi gerektirir. çünkü ben diş geçirerek deneyimlediğim gerçekliğin acısını, aldanarak tat aldığım hiçbir mutluluğa değişmem. dinleyip üzülürseniz sevinirim. şimdiden teşekkür ederim.

meydanın arka tarafındaki parkta, oturağın diğer ucuna kendimi bıraktım. selamsız sabahsız, niye böyle oldu dedim. faik kırk sekiz yaşında. kolları katlanmış gömleğinin üzerinde bir yelek, yeleğinin cebinden körüklü saatinin zinciri sarkıyor. elini cebini atıp saatini çıkardı. gözlerini kısarak baktı. nereden de açtın bu bahsi. onunla tanıştığım gün hayatımın en mutlu ikinci günüydü. birincisini onu unutmaya ayırdım diye kendi kendine konuşuyormuş gibi söylendi. birbirini bu kadar seven ve bu kadar iyi anlayan, bu kadar hak veren, bu kadar isteyip de istediğini yapamayan iki kişi, birbirini ancak bu kadar üzebilirdi, ancak bu kadar kavga edebilirdik, ancak bu kadar kötü bitebilirdi diyerek saati yelek cebine bırakıp, elini diğer cebine soktu. yokmuşsun gibi davranamam asla. işin kötüsü varmışsın gibi de davranamıyorum. bu yüzden bir kez daha nefret ediyorum kendimden. bir ömrü birlikte geçiremeyeceğimiz için kaç defa ağladığımı hatırlamıyorum. ben ki ne aldatıldığımda, annem karşımda sinir krizi geçirip bayıldığında, hayatımdaki her şeyi çöpe attığımda, ne de aylar boyunca tek bir çekyat üzerinde yaşayıp, parasızlık yüzünden çaresiz hissettiğimde ağladım. babam öldü, ağlamadım. belki de annemden, o sabrına hayran kaldığım kadından, kalacak en büyük miras olacak şu söz bana, "bir erkeğin karşısında asla ağlama". ama ben ilk kez sende bu sözü tutamadım. hayatım boyunca hayattan kopuk yaşadım. ortaokul yıllarıydı, ilk tanrı kavramı yabancılaşmıştı bana. zamanla daha da arttı inançsızlığım. sana hiç söylemedim ben bunu, eminim sen hissetmişsindir ama bir de bu engel olsun istemedim bize. ben sana inandım. aşka inandım. imkansız kavramına inanmadım hiç, hala da inanmam. bu yüzden vazgeçmeyi yeterince istememek olarak adlandırışım. ama sende şunu gördüm ki sevmen yetmiyor. en azından bana yetmiyor. çünkü tüm bu yaşananlardan ve tüm bu inançsızlıktan sonra beni mutlu edecek tek bir şey kalıyor geriye. ve bunun ne olduğunu en iyi sen biliyorsun. o ki benim hayata olan inancımı hala ayakta tutuyor, o benim yaşamam için en büyük sebep, o benim tanrım. içimden bir ses asla anne olamayacağımı söylüyor, hatta çok da fazla yaşayamayacağımı. yine de denemek zorundayım. babama son baktığımda hala aklı başındaydı. etleri kopuyordu vücudundan ama aklı başındaydı. en büyük pişmanlığının "ben" olduğunu gözlerinde gördüm ölmeden bir gece önce. herkes ona dualar ederken ben kulağına onu affettiğimi fısıldadım. on dakikayı bulmadı ölmesi. gözlerinde gördüm bu pişmanlığı ve aynısını yaşamayacağıma yemin ettim o gün. buna rağmen çocuğumun babası olamayacağını biliyorum, inan bana sebeplerini de anlıyorum. ama bundan sonra kiminle birlikte olursam olayım, yaşadığım en güzel şeysin sen. ne olur, mutlu olduğunu söyle bana ya da en azından bir gün daha mutlu olacağımızı. başkasıyla daha mutlu olacağımı söyle. yoksa başka türlü kendimi avutamam. hep konuştum seninle, anlattım kendimi sana. aslında seni en az senin kadar anladığımı biliyorsun. ama benim sesim hep kızdırdı seni, yalan gibi geldi, öylesine söylenmiş gibiydi senin için her şey. güldün geçtin her söylediğime. tıpkı sessizliğinin bendeki anlamı gibi. en başından beri, beni koca bir sessizlikte bırakıp, her şeyi senin düşündüğün gibi anlamamı istedin. şimdi bu sessizlikte, beni kimsenin sevmediği kadar sevdiğine mi inanabilirim sence, yoksa bir hiç yüzünden bu ilişkinin ziyan edildiğine mi? seni üzmek istemedim, eminim sen de istemedin. ama üzdüm biliyorum, özür diliyorum senden. sana hala kızmaya hak gördüğüm için. ne zamandır saklıyorsun bunu diye sordum. dedi ki yirmi üç sene. dedi ki her fırsatta onu ne kadar sevdiğimi söylediğim kadın, ilk fırsatta beni terketti. kavun değil ki koklayalım değil mi? hep bu öngörülmezliği, bu belirsizlik karşısındaki çaresizliği paylaşmak istemişimdir. ne güzel söylemişti ölü bir arkadaşım "kaba saba, ne güzel yaşıyorlar aşklarını" diye. aşk, kaba saba adamların işidir faik, yirmi birinci yüzyılın çıtkırıldım insanının değil. zaten dört işlemi bilen birinin, aşk dediğine hesap karıştırmayacağına inanmıyorum ben. inanmak mı kaldı? akla tapan, kendi aklını mevcudiyetinin şaşmaz yol göstericisi yapan insanlarla dolu bir dünya yarattılar. kendine güvenmeklerle, ayakları üzerinde durmaklarla hepimizi kimsesiz bıraktılar. o diyorsa doğrudur yok, kendimden çok sana güveniyorum yok, koluma gir, elini omzuma at, sırtını bana yasla yok, bu benim aklıma yatmadı var sadece. hepimizi "ben böyle düşünüyorum" diye bir cehenneme attılar. ihtiyaç duymayı lanetledikleri için, su isteyen bütün çiçekleri ezip, yerlerini plastikleriyle doldurdular. bir şeyler var faik. anlatılacak kimseler yok değil. insan mutlaka bir dil bulur, yazar, ses çıkartır, boyar, dans eder, susar, kusar. kusar be faik. görün der, şu etle kemikle örtülmüş sıkıntıyı bir görün. iç kanama gibi sessiz, duyun der faik. mesela görüp geçtiğin, belki yüzüne bile bakmadığın nicesi, yani diğer taraftan birinin, yüzünü görmek için can attığı birisi. kantarın topuzunu kaçırmak istemezdim. anlatılacak kimseler yok değil. ama insanın kulağının arkası bile, kendisine ne kadar uzak.  

sustu, bir şey demedi, belki anlıyorum demeye utandı. iç geçirerek, içimden geçenlere su serptim. yeniden dünyanın telaşını duymaya başladım. oturduğumuz yerden, ağaçları gözlerimle aralayarak meydana baktım, bir koşuşturmaca vardı. elinizi çabuk tutun diyordu bir ses. dört kişi ağır aksak taşıyarak meydanın parka yakın tarafına bir kürsü getirdi. sağa sola oynatarak yerleştirip ortadan kayboldular. yerimde kıpırdanıp duruyordum, gidiyor musun dedi faik, ben hep buradayım. bir elimle dizini sıkıp bıraktım. hızla kalktım yerimden. arkamdan seslendi "dünyada dostluk vardır be, o da ölmedi ya". 

heyecanlı değildim. avuçlarımın içi hariç her yerimde ter damlaları vardı. kendi yağmurumla ıslanıyordum. sağa sola bakmadım, gözlerim yerde yürüyerek kürsüye yaklaştım. ellerimi üzerine koyup konuşmaya başladım.

kardeşlerim, sakinliğinizi muhafaza etmeyin. kardeşlerim, sakinliğiniz küfleniyor. 
çürük kokusu yayılan bir toplumun açıklaması başka türlü yapılamaz. 
kendisinden şikayetçi olmayan kimseden, 
başkasının ipinde sallanan bir kukladan daha fazlası olamaz. 

yoldan geçen birkaç kişi dönüp bana doğru baktıktan sonra yoluna devam etti. sesimi yükselttim. 

dünya, pili efendilerin elinde bir oyuncak değildir. 
farkındalık diye tutunduğumuz dal, 
akvaryumun içinden seyrettiğimiz okyanustur. 
bizi "biliyorum" diye bir tohumla avuttular. 
"yapıyorum" bahçelerinden bizi çekip kopardılar. 
herkese birer mevcutlu krallıklar vaat ederek, 
bize bir arada yaşamayı unutturdular. 
her birimizi üst üste istifleyecek kadar yakınlaştırıp
ve fakat birbirimizden habersiz kıldılar. 
her bireyi, kendi bireyselliği ile çerçeveleyip, 
kendisinden başka her şeyi unutturdular. 
bakıp üzülmek kaldı bize, üzülüp kahrolmak, oturduğun yerde kalmak. 
elini uzatmak fikrini bizden aldılar. 

kürsünün önüne beş-on kişi yaklaşıp dinlemeye başlamıştı. konuşmamı sürdürdüm. 

insanları, elleriyle ürettiklerini yiyemeyen, giyemeyen kimseler yaptılar. 
topraklarınızı asfaltlayarak sadece, efendilerin sofralarına daha hızlı hizmet götürmemizi sağladılar.  
maaşa bağladılar bizi, bizi antlaşmalarla, sözleşmelerle, kontratlarla bağladılar.
size dediler faturalarınızı ödeyebileceğiniz paralar vereceğiz.
yeter ki neden ödemek zorunda olduğunuzu sormayın.
üzülmeyin dediler, dara düştüğünüzde 
krediler çekebileceğiniz binalar dikeceğiz.
çocuklarınızı eğitip her şeyden habersiz kişiler yapacağız. 
bizi ağzı yok dili yok, dört tane duvara sahip olabilmek için
ömür boyu dişimizi sıkarak çalışmakla ödüllendirdiler.
o duvarın harcını karan, demirini taşıyan kimselerden 
en kısa zamanda işlerini bitirmeleri istediler ama
onlara en uzun vadede bile oralarda asla oturamayacakları da telkin ettiler.
dünyanın bir kısmına ideal ölçülere geleceklerini vaat ederlerken
bir kısmına açlıktan ölmeyeceklerini bile garanti edemediler.

kalabalık artıyordu. kadınlar bir taraftan huysuzlanan çocuklarını sakinleştirmeye, bir taraftan söylediklerimi kaçırmamaya çalışıyordu.

insan kendi hezimetinin hazırlayıcısı ve en büyük destekçisi ve buna hiç şaşırmıyor.
kardeşlerim, bir insan ancak, insanlığın mutluluğu için gayret edebilir, 
tek başına mutlu olamaz.
aksi sadece karşılığını parayla ödediğimiz,
uçup gidecek ve yenisi için daha çok karşılık ödemek zorunda kalacağımız sahte mutluluklar doğurur.
dünya daha hızlısı için bedel ödediğimiz ama hiçbir yere varamadığımız
dünya teknoloji diye donatılan ama birbirimizi göremediğimiz
dünya bilgiyle bizi boğan ama en yakınımızdan bile habersiz kaldığımız
dünya dostlarım yaşamaya fırsat bulamadan yitip gittiğimiz bir yer.
kıpırdamayarak nasıl kir tutmaktan kurtulabilinir
kıpırdamayarak nasıl insan olduğumuza dair bir delil getirilebilir?
hizayı bozun, sıra yalan.
hakkıdır aklı tepen cinnetimin istiklal.

kalabalığın arkasından birkaç polisin hızlı adamlarla bana doğru yaklaştığını gördüm. kürsüden ellerimi çekip uzaklaşmaya niyetlendiğim sırada, konuşmamı en önden dinleyenlerden, yirmili yaşlarında bir kadın yanıma yaklaşarak, sahne aldığınız bir yer var mı diye sordu. cevap verecek kadar bile zamanım yoktu. parkın içine doğru koşmaya başladım. "lan" diye bağırdı biri arkamdan. geliştirdikleri bu saygısız dil beni derinden yaraladı. yaralı halde koşmaya devam ettim. haftasonu olması işlerimi zorlaştırdı, park kalabalıktı. birine çarpar da özür dileyemeden yoluma devam edersem bunun vicdan azabıyla nasıl yaşarım diyen içimdeki sesi bastıramıyordum. ne olurdu bir seferliğine insanlık, beni iki büklüm etmeden, kusuruma bakmasındı. koştum, arkama bakamadım. kaçarken üzerinden atladığım çocukların saçlarını okşamak istedim, yapamadım. "yakalayın şunu" dedi biri, "kaçma lan" dedi başka biri. dönüp ona, havadaki bir taşa "düşme" demek ne kadar mantıklı diye sormak isterdim, soramadım. peşimdeki ayak seslerini duyuyor, yaklaştıklarını hissettiğimde daha da hızlı koşman gerektiğine, ipi başka türlü göğüslemeyeceğime kendimi ikna ediyordum. vücut ısım kaç haneyi sıcak bir yuva yapardı, hesap etmesi zor ama bunu düşünüyordum. tüm bunların içindeyken fark ettim ki ciğerim beş para etmiyormuş. ne verdiği havayı doğru düzgün alabiliyor, ne aldığı havayı hasarsız adrese teslim edebiliyordu. bayılacak gibi bir huzurla dolduğum sırada, ayaklarım yerden kesildi. feleğin çelmesi, yine bacaklarıma sırnaşıyordu. ben çok havalandım. bedenim kendi ekseni etrafındaki bir turunu birkaç saniyede tamamladıktan sonra yörüngesinden çıkarak yere uygunsuz bir iniş yaptı. daha yeni geldik demeye kalmadı ki üç kişi üzerime çullandı. tabi ya, altta kalanın canı çıksın. dirseklerim kan, ağzım burnum toz içindeydi. üç tane terli adam yüzüme yüzüme soluyordu. aralarından en göbeklisi, elindeki telsizle, toprağa kucak açmamızdan bir süre sonra gelip başımıza dikildi. "kaldırın lan şunu" dedi. yerden kaldırdıklarında beni "zahmet oldu, teşekkür ederim" dedim. "sus lan it" dedi biri. lanca konuştukları bu dili anlıyordum ama içime sindiremiyordum. iki kişi iki kolumu sırtıma kıvırıp beni önüne kattı. koşarak geldiğimiz yolu, yürüyerek kaç katı zamanda alacağımızı düşünmeye başladım. dizim sızlıyor, ensemden bir ırmak vücuduma akıyordu. parktaki insanlar yola sağlı sollu yerleşmiş belli ki onları selamlamamı bekliyordu. merhaba diye bağırdım merhaba. sol tarafımdaki polis, eliyle başımı bastırarak yüzümü yere eğdirdi. ben kendimden utanacak ne yapmış olabilirim ki diye düşündürdü beni.       



meydana varmıştık. polis otosunun arka tarafına bindik üç kişi. hiç sıkışmayalım abi, siz gidin ben yürüyerek gelirim diyecek oldum, nereye gideceklerini bilmediğimden sustum. araç hareket etti. hala nefes alıp vermeleri normale dönmemişti. öndeki arkadaşlarıyla mesleki dayanışma içerisinde "nerede manyak var bizi buluyor" cümlesi üzerinde ittifak sağladılar. "lan" dememiş olmalarının huzuruyla gözlerimi kapayıp, yolculuğun tadını çıkardım.



nezarethanedeki battaniyelerden birinin üzerine oturup kalorifer peteğinin üzerinde duran poşeti kurcaladım. benden başka kimse yoktu içeride, belli ki işler durgun diye düşünürken diğer taraftan aldığım bir dilim bayat ekmeği kemirmeye koyuldum. sabahtan beri ilk defa mideme bir şey giriyordu ve biliyorsunuz ki kursaktan geçtiği andan itibaren ne yediğinizin hiçbir önemi yoktu. yalnızdım ve fakat ağzım doluyken yine de konuşmadım. poşetin içerisinden bir dilim ekmek daha aldım. fırından yeni çıkmış gibi kokmasa da fırından çıktığına yemin edebilirim. buluşma saatini bekledim, geç kalmayacak olmamın rahatlığıyla kendime birkaç tane şarkı söyledim.


iki kişi gelip karakolun odalarından birine götürdü beni. bunlar peşimde koşan polisler değildi. belli ki görevi bu yorulmamış arkadaşlarına devretmişlerdi. bir sandalyeye oturttular. masa başında bir memur ağzımdan dökülenleri kağıda geçirmek için yerini almıştı. biraz sonra aralarından en göbeklisi olan telsizli polis odaya girdi. tanıdık bir yüz görmek beni açıkçası sevindirmişti. gözlerim ışıldar gibi oldu ama heyecanımı belli etmedim. anlat dedi. bir şey söylemedim. üzerimde kimlik namına hiçbir şey yoktu. nerede oturuyorsun diye sordu. sanki ikametgah sahibi olmak bütün sorunlarımıza çözüm olacakmış gibi bir inançta olduğu ne kadar da belli. ardarda sorular sormaya başladı. cevap vermedim. sinirlendiler, hırs yaptılar, söylesene oğlum niye kaçtın dediler. kaçmadım desem nasıl bir tepki alacağımı düşünürken ben, meydanda ne işim olduğunu, valinin konuşması için mi oraya geldiğimi, bağlantılı olduğum örgüt olup olmadığını sordular. bu çağrışımla "aşk örgütlenmektir bir düşünün abiler" dizesi aklıma düşer düşmez, konuşmaya koyuldum. faik'in parkta açıp bana okuduğu mektuptan yola çıkarak aklımda kalanları tekrarlamaya, başka hikayelerle süsleyerek burnumu çeke çeke anlatmaya başladım. başım önümdeydi, sesim zaman zaman çatallaşarak odanın içinde yankılanıyordu. hepsi birden susup beni dinlemeye başladı. komiser altına bir sandalye çekti. masa başındaki yüzümü daha iyi görebilmek için olacak sandalyesinin yerini değiştirdi. beni kovalayan polisler de o esnada dinleyiciler arasına eklendi. çok sevdim be abi dedim, ne vardı böyle bırakıp gidecek. ikimiz istedikten sonra ne engel olabilirdi bir araya gelmemize. halledemez miydik sorunlarımızı. sabredemedi, terk edip gitti. çok üzüldüm abi, evde duramaz oldum. dört duvarın arasında boğuluyordum. gezmek için meydana çıktım. baktım hazırlıklar yapılıyor bir konuşma için, çıkıp oradan onu ne kadar sevdiğimi anlatabilirsem haberlere falan çıkar bir şekilde sesimi duyururum diye düşündüm. sonrasını zaten biliyorsunuz.     

bilirim dedi komiser, bilirim. iç geçirdi, bir gençlik hikayesinin onun da içini yaktığı ya da yakmasına heves ettiği belliydi. bir eliyle omzumu tutarak beni çok iyi anlamasını pekiştirdi. elimi yüzümü yıkattılar. üzülme dedi komiser. aç mısın oğlum diye sordu. çorba söyleyip karnımı doyurdular. komiser, çocuklar seni bıraksınlar polis otosuyla diyerek, en babacan yaklaşımlarını yaptı. ben giderim, zahmet vermeyeyim, teşekkür ederim dedim. hiçbirinin aklına "sus lan it" demek gelmedi. bir sıkıntın olursa gel diyerek beni uğurladılar. 

üzerimde tek kuruş para yoktu. saatlerce yürüdükten sonra, aksayan bacağımla beraber eve geldim. her şeyi bırakıp gidecek kadar olmasa da komşunun balkonundan evime geçecek kadar cesaretliydim. daha sıkı hazırlanmak için evime girdim.
beni üzdüğünüz için özür dilerim.