20 Nisan 2014 Pazar

tadı yerine gelmiş dünyanın ilk günü

"seni uçurmazsa yandın
kuşları da uçuran"


İnsana derin bir azap olarak; hissettiği, dile getirdiği, yaşadığı hiçbir şeyin muazzam bir şiddete ulaşmamış olması yetiyor. Yeniyi umut etmemenin, yarını beklememenin, eskiye özlem duymamanın, dünü hatırlamamanın hareketsizliği içerisinde, var olanı sadece sarsıcı bir netice, tek bir keskin sonuç değerli bir şey haline getirebilirmiş gibi geliyor. Düşünce kalkmanın, yenilince tekrar denemenin azmi ve gayreti birilerine örnek olacak ya da tavsiye edilecek bir şey değil. Düşünce kafanı çarpıp ölmek kadar sağlıklı bir çözüm olamaz bu bahsedilenlerin hiçbiri. Hiçbir şeyle tamamlayamadığımız o yarım kalmaların, tatmin olmamaların zemininde, böylesi olağan ve ne olmuşsa mümkünlük çerçevesi içerisinde vuku bulan bir dünyayı, ancak çarpıcı bir hayret yaşanmaya değer kılabilir ve insan, yaşamına ışık tutacak bu çarpıcı aydınlanmayı ancak yaşamı pahasına elde edebiliyor. Şiddetli bir baş ağrısı, duvarlara çarpa çarpa başını ağrısından kurtaramayanların harcı değil.

Ceketimin önünü ilikledim ve yürüdüm. Rahatlamıştım. Beni dünyayla bağlı tutan tek ip sanırım aşamadığım bu karşılıksız kalmaydı. Neredeyse bütün öfkem geçmiş, yenilgim aklımın ucuna gelmez olmuştu. Utanmasam kendimi neşeli sayacaktım. keyfimden herkesi affettim. Hiç görmediğim caddelerin üzerinden geçerek, vitrinleri seyrederek, durup önlerinde camlarını yumruklayarak, gündüzün bütün gürültüsünü dudağımdaki ıslığın içinde eriterek, dünyanın bir ucuna varsam da sendeleyerek aşağı düşsem diye düşleyerek yürüdüm. Elimi cebime sokunca, -elimi, bir zamanlar ikimizin birden elini soktuğu cebime sokunca- onu o masada bırakışım aklıma geldi. Dönüp arkama baktım, onu bir kez daha göreyim, iyi olduğundan emin olayım diye. Geçtiğim onlarca sokağa rağmen, yüzlerce binanın arkasından, onu son kez gözlerimle öpeyim diye dönüp arkama baktım. Artık Dunya'yı geride bıraktım ve tekrarladım: Sağlıklı bir bedende hücreler, gerektiğinde bedenin uğruna, kendi hayatlarından feragat ederler.

Bunca çatışmamıza ve bitmek bilmez kavgalarımıza rağmen, arsızca yönümü evine doğru çevirdim. Dostluğun ne kadar da şahane bir şey olduğu palavrasını tekrarlayacak değilim. Sırtımızı yaslamak istediğimiz ve sapasağlamlığından emin olup adına dost dediklerimizi bir seçicilikle elememizin altında yatan niyet, tamamen işe yarama niteliklerinden kaynaklanıyor. Vurunca yıkılmayacak dostlar seçeriz çünkü dişini dökemediğimiz birine içimizi dökme çabası beyhudedir. Çünkü ancak gözden çıkarılmamış olan bizi harekete geçirecek kadar kıymetlidir. Hiç düşünmeden yönümü evine doğru çevirdim. Öyle ya, dost dediğin kötü günler için vardır. Çünkü herhangi bir insanla, şahane bir günü mahvetmeniz mümkün iken, dostunuzla ancak mahvolmuş bir günü bölüşebilirsiniz. Bir zamanlar, gerçek bir sevgiyi, insanın başına gelen her türlü acıyı sevdiklerinden uzak tutma gayreti sanıyordum. Kimseyi kendi sıkıntıma ortak etmemek adına her nasılsın sorusunu, beni boş ver, asıl sen nasılsın diye yanıtladım. Birilerini, sevdiğim için üzmüyorum sanıyordum, meğer sevsem üzermişim. Bu inceliğim, kimsenin yanına kâr kalmayacaktı elbette. İnsanlıktan intikamımı almak için kendime bir kurban aradım. Bir gün telefona sarılıp, çok sevdiğim bir dostuma, bütün neşesiyle merhaba demesini ağzına tıkarcasına, babam öldü dedim.

Her şey bir varmış'la başlamıyor, bir yokmuş'la bitmiyor, bir yerden sonra, bir yerin önemi kalmıyor. Çelişkilerinden arındır, korkularından uzaklaştır, bencilliğinden kurtar, hatalarından koru. Bak hepsini topluyorsun bir insan etmiyor. Sokağı hızlı adımlarla geçip, dostumun oturduğu apartmanın önüne geldim. Başımı yukarı kaldırıp, cesaretimin kırılmasına yol açmamak için, doğrudan içeri girdim. Sonra yavaş yavaş merdivenleri adımladım. Hafifledim. İçimden dedim anlatsam, sözüme inanmazlar. Betondan bir basamakla, göğe yükseliyordum. Kurtuluş az ötedeydi, sekiz kat ötede Golgota Tepesi. Cebimde sigara paketleri, modern dünyanın çarmıhı yani, ceketimin iç cebinde tek sayfalık bir mektupla kapısının önünde durdum. Cesaret soylu evlat! Ancak bu şekilde yıldızlara doğru yükselinir. Kapısını çaldım. Onu evde bulacağımdan emin olmama rağmen, ne konuşacağım hakkında en ufak bir fikrim yoktu. Kapıyı açtı, yüzüne bile bakmadan içeri girdim. Salonun ortasında duran sehpaya doğru ilerleyip ceplerimi boşalttım. Yaktığım sigaramdan bir nefes çekip, sorumu dağınık saçlarına, uzamış sakallarına üfledim.

-Merak ediyorum, bu kadar boş vakti nereden buluyorsun?

-Hiçbir şey yapmayarak temin ediyorum.


Hafiften kararmaya başlamış odanın içerisinde, zayıflamış yüzünün sol tarafı bana dönük, sanki yıllar önce başlamış bir sohbeti sürdürüyormuş gibi sakin, yorgunluktan harap olmuş bir sesle bir şeyler anlatıyordu. Balkona sırtını dönmüş koltuğun üzerinde bakışlarımı salonda gezdirirken, hatırladım. Garip bir şekilde, durduk yere canını muazzam bir şekilde sıkabilir ve dişleri var mı yok mu diye düşündürecek kadar asık suratlı olabilirken, bazı felaket anlarında onu neşeyle dolup taşmış buluyordum. Neşesi de öfkesi de üzülmesi de garipti. Suratını yumrukladığı biriyle işini bitirdikten sonra oturup yanına ağlayacakmış gibi bir ucu bir ucundan fersah fersah uzakta hislerin arasında koşup duruyor, takılıp düşüyordu. Bir gün, onu bekleyen kız arkadaşını parkta bir çocuğu severken görünce, koşarak yanına gidip "Bana benzemiyor, kimden bu çocuk?" diye bağırdığını anlatmıştı. Güldük. Muhteşem denemese de kendine has bir şaka anlayışı vardı, hiçbir şey yapmayarak temin ettiği. Öte tarafta, bana göre müthiş denebilecek bir yeteneğe sahipti. Kendi isteklerini ve düşüncelerini, bunlar karşısındakine aitmiş gibi düşündürerek istediğini yaptırmak gibi. Bunu bildiğim için, verdiğim kararın tamamen bana ait olması isteğim, onu bu meselenin dışında tutmakla gerçekleşebilecekti ancak. Çok da hazırlıksız değilmişim diye geçirdim içimden. Ki zaten varacağım yerden emindim, sadece oraya nasıl gideceğim konusunda tereddütteydim. Birkaç dakika istiyordum ondan sadece. Yüksek yerlerde tanıdığı olan biriydim nihayetinde, işim nasıl hallolmaz diye kendimi teskin ediyordum. Bir şeyler söylemeliydim yoksa lafa "Buraya boş boş konuşmamak için mi geldin?" diye gireceğinden şüphem yoktu. Gidecek başka bir yer bulamadın mı diyebilirsiniz ama şunu da bilirsiniz bu kendimizi değil sevdiklerimizi cezalandırmak için seçtiğimiz bir yol. Herhangi bir ortak noktanız olmayan insanların bile sizinle çekinmeden konuşacağı iki şey ve mutlaka bunlar hakkında söyleyeceği bir şeyler vardır. Birincisi memleketin hali, ikincisi kadınlar. Tam da bu kurtarıcı bilgiyi kullanmanın vaktidir diye düşünerek "Çok denedim ama insanları olduğu gibi kabul edemedim bir türlü" dedim. O konuşmaya başlarken, ben kendimi cevapladım: Ben verilecek bütün cevapları aldığım için buradayım.


Ah Dunya, bekleyenim yok, dünyanın herhangi bir yerinde, herhangi biri. Düşün, büyük patlamadan bu yana, hatta kâlu bela, ne olduysa, yani dünya tarihinde bunca olandan sadece biri, sadece biri bile olmasaydı karşılaşamayacaktık. Buna tesadüf denebilir mi? Nasıl bir körlük bizdeki, nasıl hayret verici bir şeyden bahsediyorum sana bir bilsen, binlerce yıldır şu düzenin işleyişi, hepsi ama hepsi hayatımızın aldığı şeklin hazırlayıcısı. Düşün kaç yıl önce o kuş, yerdeki solucanı yemek için havalanıp da vurulmasaydı, onu eve götüren avcı belki takat bulup yerinden kıpırdayamayacaktı. Sonra sevdiği kızı alıp, başka bir yere kaçarak, yorulmak nedir bilmeden götüremeyecekti. Oraya yerleşip dünyaya dağılacak çocuklar yapmayacaktı. Buna tesadüf denebilir mi?  Seni doğuran da bir kadın, öldüren de, peki ya buna? Kendime bir dil bulup da anlatamadığım için ya da açıp da göğüs kafesimi gösteremediğim için kırgınım. En çok da, kırılmam bu kadar gürültü çıkarmışken, bir kere dönüp bakmamalarına, bir kere dönüp bakmamana. Seneler evvel ablam dördüncü kattan düşen çocuğunu yerden kucaklarken "Orada mı uyuyakalmış yavrucak?" diye sormuş oradan geçen biri. Başkalarının acısı bizim için işte bu kadar, başkalarının acısı bizim için yerde uyuyakalmış sandığımız bir çocuk kadar.


Ben kendi serüvenimi yaşarken, hatta hayatım bir fil şeridi gibi üzerime basıp geçerken, sanırım o, gelişmişlik ile vardığımız noktanın, bize bulaştırdığı kire ilişkin çıkarımlarını tekrarlıyordu. Güzel bir şarkıyı tekrar tekrar dinlemek gibi, o da güzel bulduğu düşünceleri fırsatını bulur bulmaz tekrar satardı. Bunu söylemiş miydim? Ya bunu? Yerinden kalktı. Verdiği aklın doğruluğundan olmasa da faydasından emin, dünyanın en ağır işini halletmiş gibi yorgun, ayaklarını sürükleyerek mutfağa doğru ilerledi. Mutfağa gidip "Aç mısın?" diye bağırdı. "Pek değil" dedim. Ben zaten ne isem pek değilimdir. Pek aç, pek cana yakın, pek oralı, pek iyi. Pek beceremem konuşmayı, pek anlatamam söylemek istediğimi. Hızla yerimden doğruldum, beklediğim an geldi diyerek, hızla yerimden doğruldum.  Açık balkon kapısından geçip, belime kadar gelen balkon duvarının önünde durdum. Ne tuhaf. Ne söylesem eksik kaldı diye bir telaşa kapıldım. Şuradan bağırsam dedim, bütün şehre bağırsam. Bir kadının sekizinci katını bilirimAh Dunya, bakarsın bahçeleri de olur insanın, toprağını eştiği, gizli saklı çıkarıp güneşe serdiği, bin ah ile darmadağın edip, her gün bin pişman gönlünü aldığı. Bildim. Vardır elbet senin de bir bildiğin, yoksa böyle durmadan niye, koşar adım kaçarak kendinden içeri, belki bendeki toprakta hiçbir şey yeşermez diye, gidiyorsun hoşçakal çiçeği. Heyecanla ceketimin cebini yoklayıp, içeri döndüm. Kanla kirlenmiş bir evraka dönmesin diye yazdıklarım, ceketimi çıkarıp, koltuğun üzerine bıraktım, kolumun ortasından elimin üzerine doğru akıp kurumuş kanı görünce kolumu ısırdığımı hatırladım. Bu ısırık, dünyadan bana kalan ve yanımda götürebileceğim tek hatıraydı.  Ayak seslerini duyunca kendimi koltuğa bırakıp, parmaklarımla oynamaya başladım. Elinde iki bardakla içeri girdi. Bardağın birini önüme bıraktıktan sonra yerine oturdu. Kolumu, arkama doğru saklayarak "Bana kendimi çok değersiz hissettirdi. Varlığımın gerekliliğine dair hiçbir umut bırakmadı bende" deyip söze girdim.

Kadınlar hakkında bildiğini sandığı bütün şeyleri, kafama sokma gayretiyle peş peşe sıralıyordu. Bir taraftan kahvemizi içiyor bir taraftan sıramız gelsin diye bekliyorduk. Sık sık, kurduğum cümlelerden dolayı endişeye kapılarak, kendi içimden tekrar ediyordum. Sanki başladığım cümle ile bitirdiğim cümle birbiriyle alakasızmış gibi geliyordu. Kafamı toplayamıyordum. O günlerce burada sanki, tek bir soru sorulsun, tek bir insan söyleyeceklerini dinlesin diye beklemişti de, açılınca musluğu durmak bilmedi Bir kadının dünyada isteyeceği son şey yalnız kalmakmış, dediğine göre. Zaten kendisinden başka birinin yalnızlık çekmediği saplantısından, bu dört duvarla muhatap olmayı kendisine iş bellemişti. Gerçek bir yalnızlık, ancak koktuğu için cesedin bulunmuşsa yaşanmış demektir diyecektim, diyemedim. Bu üzgün odayı yık, bu kör düğümü çöz diyecektim, diyemedim. Gerçek bir iyilik, olanı olduğu hali ile bırakmaya engeldir diye düşünürken, geldiğim hale bak. Karşımda duran perişanlığına şahit oluyorken, kılımı bile kıpırdatmıyorum. Kalmalı diye düşündüm. Ama hayır, ne olur bu sefer kusuruma bakmayın. Hep birkaç kişilik düşünerek yaşamaktan yoruldum. Canım sıkıldı, yüzüm asıldı, kahvemden son yudumu aldım. Bir sigara yakıp yerimden kalktım. Bir yerlerde okumuştum. Böyle sık sigara yakmak da bir kaygı belirtisiydi. Madem dedim öyle, bu bilgiyi hayatımda kullanayım. Ne zaman sigara yaksam aklıma geldi: demek ki kaygılıyım. Zaten bir kere de sigaranın, vitaminlerini öldürdüğünü okuduktan sonra, meyve yemeyi bırakmıştım. Kitaplığa doğru yürüdüm. İte kaka bastırmasını sağladığımız ama orada kimsenin anlayacağı bir şey yok diyerek toplattığı ve kitaplığını doldurduğu kitabını çekip, ortasından birkaç cümle okudum. Bu kitabı yazdığı zamanları hatırlıyorum. Kalabalık bir arkadaş ortamında olsak bile aldırmadan, deli gibi sayıkladığını, biriyle konuşur gibi cümleler kurduğunu, sonra apansız gitmem lazım diyerek kendini bu eve kapatışını. Yazmam lazım, yetişmem lazım bahtıma diye çabalayışını. Ondan daha kötü olan şaka anlayışımla "İlk defa duyuyorum adını. Neyse, bu kitapların hepsini okudun mu?" dedim. Cevap verdi. Gülüştük. Kitabı yerine bırakıp, dünyanın sanki en uzun yolculuğuna başladım. 

Sizin olduğunuz yerden sıkıldım. Madem ki dünyanın tadını kaçıran benim, gideceğim. Her şeyiniz gelir geçer. Ben de öyle gelip geçeceğim. Tutunmadan yürüyemeyişleriniz var, yürüyüşleriniz hiçbirini sonuna kadar götürme cesareti gösteremediğiniz. Her şeyinizde bir karşılık, almadan nefes bile vermezsiniz. Sabahlarınız var sizden başkasına doğmaz, kimse sığınamaz akşamlarınıza. Bütün dünyayı kendinize yonttunuz. Diğer taraftan, dünyayı görmemek için, ihtiyaç bildiklerinizden gözlerinizin önüne duvarlar ördünüz. Annesi babası yanında, giydirilip kuşandırılmış çocukları görünce, sonsuz bir hazine saydığınız kalbinizden gelen şefkat ve o derin sevgiyle başlarını okşadınız. Yalın ayak çocukları, kir pas içinde görünce yolunuzu değiştirdiniz. Steril bir aşağılıkla bezediğiniz ömürlerinizi, bir apartman dairesinin içerisinde, sabun kokarak bitireceksiniz. Alalede yaşadığınız ne varsa abartlamarla bezediniz. Çok derin yaralarınız, çok acı hatıralarınız, bir yıkıma daha kalmayan takatiniz, hepsinin gerisinde bitip tükenmek bilmeyen korkaklığınız, bencilliğiniz. İnsana dair ne varsa, insan olmamakla tükettiniz.

Canımı sıkan ne varsa, istediklerim olmadığından sanıyordu. İkimizi de tanıyordu. Belki ondan böyle pervasızca ilişkimiz hakkında akıl yürütüyordu. Atladığı nokta ise sevdiğim kadınla süren anlaşmazlıklarımızın elle tutulur sebeplerden kaynaklandığı yanılgısıydı. İstediklerim, istediğim şekilde olmadı diye bunalıyordum ona kalırsa. Karanlık birden indi. Ömrümün geri kalanını, el yordamıyla yaşamak zorunda kalmışım gibi bir hisse kapıldım. Sesi kesildi dünyanın. Perde kapandı, bu oyunun da sonuna geldik sevgili dostum. Sonra düşündüm, hayatım boyunca yaptığım kaç konuşma tıpkı böyle, arkasında bambaşka bir hikaye yürürken, görünürde hiçbir şey yokmuş gibi sürüp gitti. Kullanılmış olmak hissi onu ne kadar rahatsız edecek acaba diye düşündüm. Varsın arkamdan sitem etsindi. Burada, bu dört duvar arasında, ne konuştuğumuzu bile tam olarak hatırlamıyorum ama sürdürecek mecalim kalmamıştı. Konuşmak sadece biraz daha yaşatır, hayatta tutmaz biliyorsun. Senin de dediğin gibi söylememiz gerekeni söylememek için konuşulması icap etmeyen her şeyi söze döktük. Şimdi sevgili dostum, biraz yalnız kalmaya ihtiyacım var.

Birkaç saattir süren bu faydasız beraberliği bitirmek için, son yalanıma başvurdum. Duyar duymaz telaşa kapıldı. Elleri titremeye, sesi çatallaşmaya başladı. İşte sana hepimizi güldürecek bir şaka için sunulmuş bir felaket anı. Kapıya doğru koştu. Alelacele ayakkabılarını ayağına geçirerek "Görüşeceğiz seninle gerizekalı" diye bağıra bağıra evden çıktı. Bir sigara yakıp, balkona çıktım. Akşam rüzgarı sigarama ortak oluyordu. İşte bu tepenin önünde, kendini yaşamakla kavurmuş bir güneş batıyordu. Balkon duvarından ayaklarımı aşağıya doğru sarkıtıp oturdum. İçimi, göğe yakın olma ürpertisi sardı. Bütün bu olanlar başımı döndürüyor Sevgili Dunya, bütün bu olanlar dünyayı. Ben bu hayattan bir baygınlık olarak geçtim, diyebildim. Birkaç nefes sigara çektikten sonra, "Düşündüğünden de çabuk görüşeceğiz" diyerek, yere indim.

------

Öncesi için: