13 Aralık 2014 Cumartesi

sözlerimi karıncalar üzerine almasın. yazdıklarım atları da bağlamaz.

Yazılanlar hakkındaki görüşlerin beni zerre ilgilendirmiyor. Say ki boşa konuşuyorum. Çünkü duyulmakla değil, söylemekle sıkıntısını çektiğim şeyden kurtulacağım gibi bir olasılığa inanıyorum. Hele ki olumsuz yargılarını işitmeye ayıracağım hiç vaktim yok. Zaten böylesi, alışılmadık bir şey olurdu benim için. Bir süre kendimi, "Kimse beğenmek zorunda değil", "Tabi ki herkes fikirlerinde özgürdür", "Eleştirel bir yaklaşıma kim hayır diyebilir ki", "Görüşlerin benim için çok değerli" gibi cümlelerle oyalamaya çalışsam da en sonunda bir şeyden anlamadığın konusunda kibrimle hemfikir olacağım ve seni küçümsemeye başlayacağım. Kendime engel olamıyorum, lütfen biraz sabır, her şeyi anlatacağım.

Böyle bir afallamayı en son, ikişer yumruklu üç adamın yumrukları vücudumda havai fişekler gibi patlarken ve ben görsel bir şölen eşliğinde dayak yerken yaşamıştım. Bilirsin tarih tekerrürden ibarettir, bilhassa insanın kendi tarihi. Aynı bakraç ile her zamanki kuyudan bilindik çıkarımlar yapmakta ve hiç ders almamakta pek mahirdir insan. Öte tarafta insan, belki de "Ben de insanım" diyebilmek için, hiç çekincesiz bu tekrarın çarkına kendini kaptırmakta bir yanlışlık görmüyor. Yani herkes gibi, herkesin ortasında, aynı tekrarla farklı bir netice elde etmeyi ummanın aptallığı içerisinde bu soylu birliktelikte kendisine ayrılan yere geç de olsa tepe taklak yol almayı arzuluyor. Bilesin şu dünyada ne varsa, pişman olmak için var. İyi ki demek, iyi ki pişman olmuşum demek dışında hiçbir yere bu kadar yakışmaz ve kurtuluşa bundan başka bir kapı açılmaz.

Bu sefer beni bu denli sarsan, suratıma yediğim darbenin şiddeti değildi. 

Bak burası başka bir dal. Yazmayı severim. Yazmak deyince bir dünya inşa etmek sanılmasın: Kendime hatırımı sorarım. İnsanın hatırına verilecek kaç cevap olabilir ki gevezelik ediyorsun diye de kendimi kınarım. Macerayı severim: O yüzden pek çok kez, bütün bir hafta sonunu evin odalarını adımlayarak geçirdim. Cesaretim gözümü korkutmuyor değildi ama birkaç gün boyunca hiç kimseyle temas etmeden yaşayabilmenin hayatıma kattığı heyecana da dur diyemiyordum. Bu sebeple, müthiş bir çekingenlikle dışarı adım attım ve evden çıkar çıkmaz, eve geri dönmenin hayalini kurmaya başladım. Kitaplardan anladığım kadarıyla, canı ne istediyse onu yapan birine yakıştırılacak bir hastalık tarifi mutlaka geliştirilmiş. Sırf canın öyle istedi diye, yataktan kalkmayı reddet ve hemen bir kitap aç. Bu yaptığını karşılayacak bir bozuklukla seni itham ettiklerini göreceksin. Evden çıkmayı mı istemiyorsun? Sen sosyal korkuları sebebiyle, dışarı çıkmamak için bütün bahaneleri üretmeye hazır birisin. Otobüslere binersin, vücudun terler, hiç sebepsiz endişelenirsin, bir an önce eve dönmek uğruna, hiç yemek pişirmediğin evin için "Ocakta yemeğim var" dersin. O yüzden derler, biraz dışarı çıkmalı, biraz insan içine karışmalısın. Hem yapılan araştırmalar gösterir ki sosyal çevresi geniş olan insanlar, olmayanlara oranla daha uzun yaşar. Ama hep atladıkları bir şey var: Sen daha uzun yaşamak istemiyorsun. Yani, inşa ettikleri dünya karşısında, senin kendine bir dünya kurmanın hiç tasvip etmedikleri bir şey olduğuna emin olabilirsin. Yani sevgili dostum, senin ispanya kralı olmanın önündeki en büyük engel sahip olmadıkların değil, dünyanın senin için düşündükleri, senin için uygun gördükleridir.

Macerayı severim: Neredeyse dışarıdan duyulacak yükseklikte bir sesle, sözlerini yarım yamalak hatırladığım bir şarkıyı fısıldayarak ilerledim. Caddeye çıkan sokağın köşesini dönünce, ağzındaki sakızı birinin gelmişine geçmişine küfreder gibi çiğneyen bir kadınla karşılaştım. Bir yerden gözüm ısıracakmış gibi kendimi zorladığım bir tanıdıklık varsayımıyla karşısına dikildim. Vücudunun alt tarafı yere çivilenmiş gibi bir sabitlikte, üst tarafı omuz hareketleriyle bana çalım atmak ister gibi kımıldarken, sözler ağzımdan ok gibi fırladı, çevik bir hareketle bunu savuşturamazsa, ciğerinden vurulması kaçınılmazdı. "Eğer samuray kılıcım yanımda olsaydı, kafanı bedeninden ayırmak için bir saniye bile düşünmezdim" dedim. Sözlerimi havada yakalamak istercesine sağ elimi hızla yukarı kaldırıp ağzımı kapadım. Hayretler içerisindeydim ve yalnız değildim. Birkaç saniyelik duraksamadan sonra kadın, "Defol be" diyerek, yüzünü limon olmak istercesine ekşitti. Onu baştan aşağı süzdükten sonra, istemsiz bir teşhisle, "Zaten kıyafetlerin de bok gibi" diyerek sözlerimin altına şık bir imza çaktım. Tokat, gecikmeksizin suratımda patladı. 

Kötü bir tahminle ters tarafımdan kalkmıştım. En iyi ihtimalle rüyadaydım. 

Dünya karşı konulamaz bir inatla dönüyor ve ben karşı konulamaz bir ısrarla elimle yanağımı tutuyorum. Sayısız felaket senaryosunun karşısına, yalnızca evde başıma gelebilecek olanları sıralıyorum. Arka planda sözlerini tam hatırlayamadığım şarkının solosu çalıyor. Banyonun ıslak zemininde kayarak başımı bir yere çarpabilirim, tıraş olmak isterken yanlışlıkla bileklerimi kesebilirim, saçlarımı kurutmak isterken akıma kapılabilirim, market poşetini üçüncü çekmeceye koyarken kendimi asabilirim, eğilirken belim tutulabilir ve kalan ömrümü böyle geçirebilirim, dönen sandalyede dengemi kaybedip aşağı düşebilirim, pencereyi açmadığım için havasızlıktan ölebilirim, mutfaktan aldığım ekmek bıçağı ile mutfakta parmaklarımı doğrayabilirim, yediğim bir şeyden zehirlenebilirim, balkonsuz bir evde kutlamaları bile seyretmezken vurulabilirim, freni boşalmış bir kamyon içeri dolabilir ve ben bir hoş geldin demeye bile fırsat bulamadan ezilebilirim. Nuh halim parçalı tufanlı ve ben bir kaşık suda boğulabilirim.

Yalnız başıma, yolun ortasında, elim yanağımda donakalmışken, koluma dokunup kulağımdan içeri giren bir ses "İyi misiniz?" diye sordu. Yere sapladığım bakışlarımı, ekskaliburu yerinden söker gibi kaldırarak "Neden merak ediyorsun?" dedim. Kötüyüm diyelim, peki sen Lokman Hekim misin? Bir adamın yirmi sekiz yıl yaşadığından, öldüğünden bir gün habersiz yaşadım. İki yıl bir kadının hayali omuz başımda dolaştım. Hiç pahasına, sokaklarda avuç açtım. Avucumu yaladım: sabah ezanlarında kalkıp o odada kimse var mı diye meraklandım. Bir elim yağda öteki de balda, içimi doyuramadım. Diyelim, fişte unutulmuş bir ütü kadar kızgınım, yanışıma değil unutuluşuma. Hiç geçmeyen düne. Ya da çıkarırken kopardığım gömlek düğmesine. Geç gelen otobüse. Akmayan musluğa. Tıkanan lavaboya. Sesi hiç kesilmeyen komşuya. Alarmla uyanmaya. Kolundaki kadına dönerek "Manyak lan bu?" deyip sözümü kesti yüzü olmayan ses. "Sana giren çıkan nedir?" dedim. Sanki içimdeki canavar sesime dublaj yapıyordu. Kadın adamı çekiştirerek, "Yürü gidelim, ne hali varsa görsün manyak" dedi. Arkalarından bağırdım: "Manyak ha? İyi buluşmuşsunuz asgari müşterekte. Birbirinizin kıymetini bilin, tencere adam, kapak kadın".

İçimden geçeni içimde tutamıyordum. Bir taraftan yürüyor, bir taraftan alelacele dün akşamı hatırlamaya çalışıyordum. Macerayı severim: İşten eve gelmiştim. Sol elimle kapıyı kendime doğru çekerek, sağ elimle anahtarı çevirdim. Ayakkabımı çıkarıp terliklerimi ayağıma geçirdim. Hava çoktan kararmıştı. Kapının hemen karşısındaki düğmeye basarak koridorun ışığını açtım ve soldaki odaya girip kıyafetlerimi değiştirdim. Lavaboda elimi yüzümü yıkadım. Sabun bitmiş almak lazım. Şu evin eksiği bir gün biterse, hiçbir şeye dokunmayacağım bir süre. Askıdaki havluda elimi yüzümü kuruladım. Ayı yarıladık, ömrü yarıladık. Ha gayret. Biraz daha sabır. Salona geçip nostaljik radyonun düğmesini çevirdim. Radyo 3'te Vivaldi'nin Dört Mevsim'i cızırdıyor, kemanlar kışa dönüyor. Masanın üzerinde, her birinin bir yerine ayraç saplanmış on altı kitap duruyor. Okuma lambasını açıyorum. Elime aldığım kitabın ayracına olan kadar bölümlerine göz ucuyla bakıyorum. Neredeyse hiçbir satırı okuduğumu hatırlamıyorum. Yine aynı his. Ezberlemeli hepsini, yoksa böylesi, faydasız bir vakit geçirmekten öteye gitmeyecek. O kitabı okumuştum. Ne kaldı aklında? Dört satır. Geri kalanlar ne içindi? Kendince damıttığın dört satır, ummanda dört damla etmiyor. Tekrar tekrar okumalı, ne dediğini anlayana kadar da değil, niçin dediğini anlayana kadar. Kitabı kapatıp yerimden kalktım. Mutfağa gidip buzdolabını açtım. "Üşüyorum, kapama gözlerimi" diye buzdolabını seslendirerek, kapısını tekrar kapadım. Dolabın üstündeki, poşeti açıp dünden kalan ekmekten bir kaç lokma yedim. Öğlen Metin aramıştı, yarın beraber kahvaltı yapalım. Nasılsa yarın doyururum karnımı diyerek, bu birkaç lokmayla yetindim. Yemek yeme gibi bir derdim olmasa, acaba şu evden hiç çıkar mıydım diye kendime bir soru yönelttim. Boş ver şimdi bunları. Bugün, bütün gün çalıştın. Yazılması gereken şeyler vardı, yetişmesi gereken işler. İşte bak bugün de, yarın için bugünü es geçtin. Odaya dönüp yatağa uzandım, radyoyu ve gözlerimi kapattım.

Olağan dışı herhangi bir şey olmuş gibi durmuyordu. Atladığım bir şey de olamazdı. Bu gariplik gözümü korkutmaya başlamıştı. Ben bu saatte neden dışarı çıkmıştım. Ha evet, arkadaşımla görüşecektim. Cadde üzerindeki bir mağazadan başımı içeri sokup, "Bu cansız mankenlerin üzerine giydirdiğiniz gömleklerin arka tarafını toplayıp tutturuyorsunuz, sonra ben giydiğimde üzerimde niye öyle durmuyor diye kendimi kötü hissediyorum" dedim. İçeride müşteri yoktu. Sadece mağaza elamanları. Biri yerleri siliyordu, diğeri vitrini düzenliyordu. Söylediklerimi tam olarak algılamadıklarından emindim. "Sahtekar herifler" diye bağırdım. Yerleri silen, kuşağından kılıcını çeker gibi, sileceğin sopasını kabzasından kavrayıp yerden kaldırdı. "Kusura bakmayın" dedim. Sonra içeri girip "Acaba bir telefon edebilir miyim, önemli bir mesele" dedim. Şaşkınlık içerisinde, "Peki" dediler. Biraz ötemde fısıldaşıyorlardı. Metin'i aradım. "Acil bir işim çıktı, acayip bir tokluk duyuyorum" dedim, "Kahvaltıyı yarın yapsak olur mu?" Telefon ahizesini kapatıp tekrar kaldırdım ve yeni bir numara çevirdim. "İşim düşmese aramam biliyorsun" diyerek söze girdim, "Doktor bir arkadaşın vardı, birkaç kere söz etmiştin. Bugün acilen görmem lazım onu. Bana bir görüşme ayarlayabilir misin?" dedim. "Dürüstlüğüne hayranım, berbatlığını gölgelemiyor" diye cevapladı, "Ulaşmaya çalışacağım, fakat nedir bu kadar acil olan?". "Kafayı yediğimden şüpheleniyorum, beni onaylayacak bir bilim insanına ihtiyacım var" dedim. "Kafayı yesen, bunu fark edemezsin, korkma delirmedin" dedi. "Kıçına mesai yaptırıp vardığın felsefi sonuçları kendine sakla. Şu ahizeden bile fark ediliyor ki okuduğu iki kitabı, hayatın sırrını çözmüş edasıyla satmaya kalkan bir salaktan başka bir şey değilsin" dedim. "Sen gerçekten kafayı yemişsin" diye sesini yükseltti. Sinirlenmişe benziyordu. "Evet, evet. Yardımcı olacak mısın?"

Çalışanlardan mağazanın numarasını rica ettim. Bana bir tabure verdiler. Yirmi beş dakika kadar üzerinde vakit geçirdim. Vakit geçsin diye ayaklarımı birbirine vururken "Ylajali" dedim, tek seferde. Telefon çaldı, "Saat 11'de, seni bekliyor olacak". Adresi aldıktan sonra, "Teşekkür ederim, şu fani ömründe bir işe yaradın" diyerek konuşmamı sonlandırdım.


Zengin bir semtteki bir apartmanın giriş katının kapısını çaldım. Genç bir kadın açtı kapıyı. "İsmim Ömer" dedim telaşla, "doktorla görüşmem vardı". "Şöyle buyurun, birazdan sizi alacak" dedi.  Bir kahkaha patlattım. "Bunun için sana para veriyorlar, öyle mi? Kapıyı açıyorsun ve buyur diyorsun, hepsi bu. Akşama kadar eşek gibi çalışan insanlardan daha fazla kazandığına eminim. Peki, ne için? Buyurun diyebildiğin için mi? Hiç, aldığım parayı hak ediyorum diye düşündün mü? Eminim ki hayır. Hatta hak ettiğinin daha fazlası olduğuna eminsindir. Hatta hak ettiğin yerin bu olmadığını da düşünüyorsundur. Ne olacaktın, bir hastanenin baş hekimi mi? Hayır, hepsi bu işte. Kapıyı açacaksın ve buyurun diyeceksin. Bu kadar. Daha fazlasını ummayı bırak". Şaşkınlığını biraz bastırdıktan sonra, sesini kontrol etmeye çalışan bir edayla "Yaptığım sadece bu değil elbette. Doktor beyin görüşmeleri ayarlıyorum. Yaptığım bir sürü yazışma var. Sayamayacağım daha bir sürü şey". "Sayamazsın tabii" dedim, "Çünkü yok". "Bu sizi hiç ilgilendirmez beyefendi" dedi. Sonunda mantıklı bir cümle kurabilmişti. "Ben şöyle oturayım, doktor beni çağırdığında haber verirsin değil mi?" dedim, "en azından bunu başarabileceğine inanıyorum". Dolan gözlerini, göz kapaklarının yarısının arkasına saklayarak, koltuğuna oturdu. Muayenehanenin salonunda, üçlü koltuğun ortasında, kollarımı, sanki yanımda olmayan iki kişinin omuzlarından tutar gibi, yana doğru açmış, sabırsızlanıyordum. Bunca yıl, ölçülü bir tavır takınabilmek adına geçmediğim tezgah kalmamıştı, ruhumda yontulmadık budak bırakılmamıştı. Söylememek için, konuşmayı öğrendim. İçime atmak için eğitildim. Bunca yılı, hep kendime çatarak ve bu çarpma sesi dışarıdan duyulmasın diye gayret ederek geçirdim. Kimse incinmesin diye, hep kendi gönlümün bileğini burktum. Tebessümler, hal hatır sormalar, peki efendimler, iltifatlar, ricalar, gurur duymalar, tanıştığına memnun olmalar, lafı olmazlar, dostlar ne için vardırlar.

"Beyefendi" diye seslendi tepemdeki gölge, "Buyurun doktor bey sizi bekliyor". Yüzüme bakmaktan çekiniyordu. "Teşekkür ederim" dedim, "biliyorum şükran duyulacak bir şey yapmadınız ama yine de... " Arkasını döndü, yerine gidip oturdu. Doktorun odasının açık duran kapısından içeri girdim. Tebessümle karşıladı beni. Otuzlu yaşlarda olduğu izlenimi veren tıraşlı yüzünü taşıyan, mavi gömleğinin üzerine geçirdiği beyaz önlüklü gövdesi çocuklar gibi şen "İnanın o kadar yoğun bir gün ki. Ama arada arkadaşımın hatırı olunca ve acil olabileceğini söyleyince onu kıramadım" dedi. "Sizler ne kadar da seviyorsunuz kendinize önem atfetmeyi, hiçbir şeye vakit bulamamakla övünmeyi" diyerek söze girdim, doktorun elini sıkarken. "Çok şakacı biri olduğunuzdan söz edilmişti, şöyle buyurun lütfen" dedi doktor, tebessümünü devam ettirerek. "Şakacı senin babandır, belli ki sen de yapabildiği en iyi şakasın" dedim. Biraz suratı asıldı, bozuntuya vermeden devam etti, "Neyiniz var?"


"Ağzıma geleni söylüyorum" dedim, "hatta söylemek için ağzıma bilerek getiriyorum gibi hissediyorum. "Nasıl yani" dedi doktor. "Sen konuşulanları anlayabileceğini düşünüyor musun? Yani daha önce söylenmiş bir şeyi anladığın oldu mu? Çok karmaşık bir şey olmasına gerek yok, basit bir şey de olabilir" dedim. "Ömer bey bakın, sizi arkadaşımın hatırı için, size yardımcı olabilmek adına kabul ettim, sizin hakaretlerinizi dinlemek için değil". "Bakın, anlamıyorsunuz" dedim, "kendimi tutamıyorum". "Ne zaman oldu bu, yani ne zamandan beri böylesiniz" dedi doktor merak içerisinde. "Köşeyi döndüğümden beri" dedim, "yani bu sabah, köşeyi dönünce sakız çiğneyen bir kadınla karşılaştım ve olmadık laflar ettim ona". "Kim bu kadın, tanıdığınız biri mi?" diye sordu. "Tanıdığım hiç kimse sakın çiğneyemez ya da ben öyle biriyle tanışık kalamam, ben prensipleri olan biriyim" dedim, "yani, tanımıyorum demek istedim". "Ömer bey, birkaç şey sormak istiyorum" dedi, azar işiteceğinden çekinir gibiydi, "Daha önce böyle bir şey başınıza gelmiş miydi? Ya da şöyle sorayım, içine kapanık biri misiniz? Bir problemle karşılaştığınızda onu öylece bırakmayı mı tercih edersiniz çoğunlukla, yoksa karşınızdaki insanla bunu konuşarak halletmeyi mi?". "Doktor bakın, ben buraya içimi dökmeye gelmedim" dedim. "Rahatlıkla her şeyi anlatabilirsiniz, ben burada bunun için varım" dedi. Gözümden ateş çıkınca, "Peki" dedi, "yakın zamanda yaşadığınız psikolojik bir travma yahut buna benzer bir şey var mı?". "Çocukken, tavşanım ölmüştü. Çok ağladım arkasından doktor. O zamana kadarki en büyük kaybımdı. Hayatımda hiç kimse beni onun kadar öpüp koklamadı. Bu sayılır mı? dedim. "Üzerinden epey zaman geçmiş gibi, etkilerinin şimdi baş göstermesi bana pek mümkün gelmiyor" dedi doktor, müthiş bir çözümleme yapmış gibi. "Gelmez tabii. Ben sokakta büyüyüm doktor, sokakta büyüyen diğer çocuklarla çarpışa çarpışa. Dayak yedim, kafamı yardılar. On beş yılımı, kahvaltıda sadece peynir ekmek yiyerek geçirdim. Sobalı bir evde büyüdüm ve oraya gömüldüm. Yani demek istiyorum ki benim öyle bir zengin hastalığına yakalanmam imkan dahilinde değil". "Yanlış düşünüyorsunuz" dedi doktor, "hastalığın zengini fakiri olmaz". "Bir gerizekalıdan bunu duymak beni hiç şaşırtmadı" dedim, "Hayır, öyle demek istemedim" diye ekledim, "Hayır, tam olarak böyle demek istedim diye" devam ettim. Doktorun önlük cebine taktığı kalemin metalinde yüzümün yansıması duruyordu. Birden, sabah yüzümü yıkarken, banyodaki aynanın yerinde olmadığını anımsadım. "Bugün" dedim, "kendimle yüzleşmedim".