31 Ekim 2016 Pazartesi

dağıldı yağmur kokan tenlerin hoşluğu 
toprağı okşayan ayaklar topraktan ayrıldı 
çünkü ruhsuz birinin icadıdır şemsiye 
çünkü şimdi topraktan sadece dikenler dirilir 
dokunuşlar bitik artık, abanmalar gözde 
çağ sızısı taşımazsan eğer ve 
hiç kimse seni sevmeyebilir 

sar beni, sakla kaygımla örülü cibinlik 
ne tarafa yüz çevirsem 
o gülüşlerle bezeli hainlik 
bir bıçak sapından kavranıp çevrilir içinde 
adı sahte ısrardır, kanından çay demlenir 
biri yüzüne somurtuyorsa candan 
seninle hiç bir işi yok demektir 

ve seni bütün bunlardan ayrı tutuyorum 
sen bu hayattan önce, bu hayattan öte 
harcın başka türlü karılmış senin 
sevişinde ne hırs, ne tamah birikir 
gelmezsin, yazgımız değil, tenime değmez tenin 
anlıyorum seni başımı çatlatarak 
ve açılıyor kumbara, elde var sıfır, yaş yirmi bir.

5 Haziran 2016 Pazar

bir günde nasıl cahil bırakıldığımın alfabesidir

Bir şeyden bahsetmek gerektiğinde, nasıl olup da bir türlü sadede gelemediğimi düşündüm. Kaç adet sadet böyle heba oldu, bunun kafiyesini tutmaya parmak yetmez. Ama sanki bu sefer tam da parmak basılması gerekilenin kaçacak bir yeri kalmamış, işte şimdi köşeye sıkışmış da içgüdüsel bir tepkiyle olduğundan daha büyük görünmeye kalkışmış, korkusundan cesaret zırhı bürünmüş yani ve cümlenin nasıl başladığı akıllardan çıkmış bir halde, neyin nereye vardığının, varılacak hiçbir şey kalmamışsa da, önemine binaen, belki bir şeytan bacağı şansa kurban edilip erek nihayete erecek umuduyla, bir kez daha hayal kırıklığına uğramayı göz önünde bulundurarak ama göz ardı etmeye de hazır, bazen birden bire tertemiz bir başlangıç arzusu duyarak, mesela bütün sıfırları atabilse insan hayatından ve aniden yükselse değeri, halbuki alınıp verilecek hiçbir hesabın olmadığı bir gariplikte, ya değindiğine değmezse diye düşünmeden, ama ömür böyle geçmez, çünkü niyeyse hep bitmek bilmez uzatmalarını yaşıyormuşum gibi hayatımın halbuki yenildiğim de belli, lakin uzanacak yer yoktu ben de ayakta kaldım, gereksiz bu hengameyi, elimden tut diyecektim, söylemeye elim gitmedi.

İnsan olmanın kaçınılmaz sonuçları vardır. İnsan bu, birazcık rahata hemen tav olur ya da mesela ölüm tam da yanı başındadır ki karnı acıkır. İnsan olmak tam da böyle bir şeyken, insan insanlığından utanır.

Tarih, on apartmanı vardı diye kimseyi hatırlamayacak. Ya da şu takıların hesabı hiçbir kitapta geçmeyecek. Acıkınca ne yesem diye bütün derdin buymuş gibi düşündün, üstelik hem ne yediğini hem de bunu ne zaman düşündüğünü bile unuttun. Çok değil sana iki dün öncesinden bahsediyorum. Neler geçiyor, öksürüğün bile geçti. Demek ki diyorum bambaşka bir gerçek var. Değil mi ki tutup tekrar bağlamayacaklarını bilse, insan ne güzel gerçeklikten kopar. Bulunmuş ve yahut bulunmasına kesin gözüyle bakılan değil, aranılacak bir şey anıyorum. Daha büyük daha derin, tam da o esnada tuhaf bir hakikatle yer çekimi zonkluyor şakaklarında, peki nerede olabilir çorabımın teki? Zor mu ki şuraya cennetten bir köşe tasviri, ya da iplerine tertemiz çamaşırlar astığın bir bahçenin betimlemesi, insanın aklının odaları, kendi mevsimi. Hayır sonsuzluktan bahsetmiyorum. Sonu gelene kadar sürecek bir ebediyet, insanların sözlerinin arkasında durmadığı, arkasına saklandığı bir dünyadan öte ve uzak, ne tanrılık, ne tanrıcılık hevesi. Başımı omzuna koyduğumda bir an, belki hayatımda ilk defa dile getirebilecektim neredeyse ne demek istediğimi. Binlerce yılın bilediği bir keskinlikten sesleniyorum sana, bilesin, tarih de kalmayacak. Ben bu dünyadan çıkacağım, vaktin varsa benimle gelir misin diyecektim, söylemeye dizim tutmadı.

İnsan olmanın dayanılmaz acıları vardır. Sıksan, acı belki parmak uçlarından sağılır. Ama her nasılsa herkes dayanır, ya kendi acısına ya da acısına dayanacak öteki bir varlığa. İnsan tam da böyle, bir ağızdan nefes alır.

Gerçekten daha önemli bir şey yapacak mısın ya da başka bir meşgale bulsan daha değerli sayılacak mı hayatın, tamamını şu tablonun karşısında kıpırdamadan geçirmekten. Neler için heba etmedin, hayatını biraz da benim için heba etsen diyen bir canavar olabilse insan keşke. Başkalarının iki dudağının arasında olmak, kim aksini ileri sürebilir, daha kabul edilebilir bir şey olsun, kendi tablosunda insanın burnunun sürtülmesinden. Yasasız bir başıboşluk, apansız bir saçmalık, rüyalarına giren serabın kuma bulanması, bir suret bulması, tanımlanması, kavranması değil, iki insanın birbirinin karanlığını bir koz olarak kullanma gereği duymadan çırılçıplak kalması, bir titreyiş ve boyun eğiş ki onun yeryüzünü sarsması, eğer orada birbirine vefalı bir kayıtsızlık için gerekirse hiç dokunmadan, gözünü sakınmadan yokuşlardan yok oluşlardan, harap ediş ve bir kez dahi pişman olmayı aklının herhangi bir köşesinden geçirmeden,  başlamalardan ve bitmelerden, bir ödev olarak değil, bilmen gerektiğinden değil de sadece bilmeye hakkın olduğundan, öfkesinin şiddetinden değil, dokunuşunun merhametinden, buna nasıl izin verdim diye düşünmeden, dünyaya doğru eğilmeden ama onu görmezden de gelmeden, aklı zorlayan bir şeyden, hiçbir şey bilmiyorum, hiç değilse avucumda tuttuklarım avuçlarında dursun diyecektim, söylemeye takatim yetmedi.

İnsan olmanın anlatılamayacak tarafları vardır. O yüzden bu bahse hiç girmiyorum. Ama bahse girerim ki mutlaka bir dil bulacaktım, en azından iki kişilik. Gel gör ki insan tam da böyle, insan olmasını aşacakken, yaptığı hesapla kalır.



28 Ocak 2016 Perşembe

Bunun konumuzla ne alakası var?

İnsan yedisinde neyse yetmişinde de odur diyorlar. Bundan büyük felaket bilmediğim gibi bunun verdiği endişeden daha acı bir şey de düşünemiyorum. Düşün, ilkokula başlamışım, beslenme saati diye bir şey var. Sanki lüks bir restorana oturmuşsun da hangi çatalı önce kullanacağını bilemezsen, yemeğini önünden alacaklarmış ve sen açlığa mahkûm olacakmışsın gibi bir yabancılık. Daha ilk gün, beslenme çantama annemin koyduğu zeytinleri, ekmeğin arasına doldurup yeni tanıştığım bir arkadaşımla okulun bahçesine çıkıyorum. Sonradan öğrendim, beslenme saatini sınıfta geçirmek gerekmiş. Dünyadan haberdar olmak nasıl mühimse, sokakta bir şeyi kaçıracağım düşüncesinin yaptırmayacağı şey yokmuş sanki. Büyük abim, acayip kızardı, sokakta bir şey yiyip içme meselesine. Görünce fırçayı basardı. Ki abim bu konuda, oldukça göz dolduran ve korkutan bir yeteneğe sahip idi. Bir sefer yarım ekmeği dişleyerek sokakta dolanırken, aniden karşıdan belirdi. Hayatta kalma refleksiyle, yarım ekmeği, süveterimin altına sakladım. Abim yaklaştı, hal hatır etti. Yarım ekmeğim, süveterin içinden düşüp kendini açık etmiyor ama dikkatlerden de kaçmıyordu. Ne var orada diye sordu abim. Elimi süveterin altına götürüp ekmeği çıkardım. Yüzüne bakamıyorum, zaten boyum bir metre, ekmeği kesiyorum ben de. Hadi git evde ye onu dedi. Kızmadı diye o kadar şaşırdım ve sevindim ki ekmeğin içinde birden bolca sürülmüş çikolata belirdi.

Sanırım o zamanlar açılmaya başladı, hayat pergelinin bir ucunun diğer ucuyla arasındaki mesafe. Evde muazzam bir tertip ve düzen, dışarıda her gün kavga. Sabahın köründe evden çıkıp, sokaktan el etek çekilinceye kadar dönmüyorum. Arada bir ekmeğin arasına bir şeyler koymak için uğruyorum eve sadece. Gerek kendi mahallemizdeki, gerekse civar mahallelerdeki çocuklarla kavga etmemiz için, karşılaşmış olmamız yeterli bir sebep olarak görünüyor. Zaten büyüdüğüm yerde kavganın eksik olduğunu hiç görmedim. Zibidi diye tabir edilen adamlarla aynı havayı soluyup, etkilenmemek mümkün olmasa gerek. Diğer taraftan büyük iki abim, mahallenin okumuş tek çocukları. Hem okumuşlar, hem de eve kitap almışlar. Haliyle ondan da etkilenmiş büyüyoruz. Henüz on üç on dört yaşında, ya memleketin bütün serserilerinin bir şekilde müdavimi olduğu atari salonuna gidip,  göz gözü görmez bir dumanın içinde üç jeton alıp saatler geçiriyorum, ya da bir binanın ikinci katındaki kütüphaneye gidip kitap okuyorum. Platon'un Devlet'ine ilk orada göz gezdirdiğimi hatırlıyorum. İyi-kötü, güzel-çirkin gibi ayrımlar, her iyinin hoş olmak zorunda olmadığı gibi, her güzelin de iyi olmasının gerekmediği gibi enteresan fikirler aklımda dönüp duruyor. Bir yere konumlandırabildiğim yok ama enteresan geliyor. Sonra dışarı çıkınca, yine kaçınılması mümkün olmayan bir şiddet sarmalının içinde buluyorum kendimi. İçimle dışım senkronizasyon sorunu yaşıyor. Evde şiir okuyup incelttiğim ruhumu, dışarıda bir canavara dönüştürmek zorunda kalıyorum. Lisede, daha biraz önce yan sınıftakilerle kafa göz birbirimize girmişiz, hoca sınıfa gelince oku da bir şiir dinleyelim diyor. Sakarya, saf çocuğu masum Anadolu'nun diye sayıklıyorum. Spor salonda kum torbası dövmekten, kaval kemiklerim beton gibi oluyor, akşam yatarken ney taksim dinlemeden gözlerimi kapatmıyorum. Bir taraftan, kara çocuklarla futbol oynuyorum. Diğer taraftan da daha beyaz sayılabilecek arkadaşlarımla basketbol sahasında koşturuyorum. Bazen küçülüp bir kuş gagasına susam oluyorum, bazen kıymetimden kendimi koyacak yer bulamıyorum.  Şimdi de yetmişine gelmeden biraz değişsen diye kendime tavsiyede bulunuyorum, sonra, ulaşabileceğin bir mükemmellik kalmadı diye kendimi teskin ediyorum. Konuşmayı beceremem dedim diye, küfretmekten de anlamam sayılıyorum. Bir yere girince fark edilmedim diye, fark da yaratamam sanılıyorum. Sanma ki kendimi ele veriyorum diye, seninle eşit olmuş oluyorum. Belki biraz burun sürtülmesi lazımdır bana. Ya da parlak zihnime birazcık daha cila. Bu uyaktan haz etmiyorum. İçimde müthiş bir yazma arzusu duyuyorum, dışımdan ben şimdi bundan niye bahsettim ki sorusunu soruyorum. Evde yakışıklı diyorlar, dışarıda da kendimi öyle sanıyorum. Bazı şeylerin farkına vardım ama hala kendimi, "Selam, ben annemin en yakışıklı oğluyum" diye tanıştırıyorum. 

8 Ocak 2016 Cuma

Üç

dün

bilmeni isterim ki canımıniçi
son iki yüzyılında dünyanın
ellerinin değip de güzelleştiremediği 
hiçbir şey yokken, kendime bakıp da utanıyorum
nasıl oluyor sahi ve özlemimden soruyorum
ben ebedi bir hata olarak bana 
uzaksa uzak, bir de senin gözlerinden yol alıyorum

sen başka bir şehre gideceksin diye
oturup ayakkabılarını boyuyorum
oradan ne getireyim sana diyorsun
ben hep, sen gel yeter istiyorum
ama uzaklık, sevdiklerimin yurdudur madem
ve laftan sözden anlamaz bir çocuk ısrarım
öyleyse ben de geliyorum

gözlerimle gördüm, üç gündür komada bir çiçek tarlası 
kim bilir belki uykusunda su içiriyorlar ona
bir de sanki dudağında ömer fısıltısı
elinden geliyorsa elimden tut diyorum
elinden gelmiyor ve ben dünkü çocuk
birdenbire büyüyorum 


bugün 

burada her şey kandan ve kirden yapılma 
bense sular altındayım fakat
şüphesiz ki ortağı olduğumdan bu hırsın
ellerimi hiç duru hissetmiyorum
bir fotoğrafımız var, boynuna sarılmışım
sanki bir tek orada anlam bulmuş bu eller
başka ne işe yarar bilmiyorum

olacağı bu ya, öncekiler gibi her gün
ben sabahlara bir hatıra bölüştürüyorum
her şeye biraz sen, her birazda her şey sen
birazdan çağırmanla uyanıyorum ve 
hazırladığın bir sofrada senin gönlün olsun diye
yüzlerce ihtimal arasında
bir ihtimal hayatta kalıyorum


yarın 

bilmek istiyorum
insan insanla ne konuşur 
ve topallayan bir kırkayak 
dikkat çekmeden nasıl ortalıktan kaybolur
şu yaşıma gelince anladım biraz 
her şeyin birazı olur, ölümün olmaz